Çarşamba, Ağustos 25, 2010

Sezai Karakoç

Yıllardır anlayamadığım belki de tek şairdir Sezai Karakoç... Kimileri kendisinin İslam, mistisizm, felsefe, vs.yi muhteşem bir şekilde sentezlediğini iddia eder. Ki acaba öyle midir? Bir şiirinin bir kısmını paylaşayım burada:

"senin kalbinden sürgün oldum ilkin
bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
sana geldim
ayaklarına kapanmaya geldim
af dilemeye geldim
affa layık olmasam da
uzatma dünya sürgünümü benim"

Başka şiirini paylaşmaya gerek görmüyorum, zira hepsi aynı formatta. Şimdi bu bir şiir midir? Benim sanat anlayışıma göre de, edebiyatın belli başlı yapısal unsurlarına göre de şiirdir. Ama nasıl bir şiirdir? Bok gibi bir şiirdir. Neden? Şimdi bu şiiri olabildiğince içten, duygulu bir şekilde okumaya çalışın. Ne hissediyorsunuz? Durun durun! Ben size söyleyim ne hissettiğinizi. Sonsuzluğa uzanan bir merdivenden hep aynı tempoda iniyorsunuz, değil mi? İşte that's my problem with Mr. Karakoç diyorum. Şiirleri aşırı mekanik, duygusal devinimden yoksun, heyecansız. Duru desem duru değil, duruluğun da bir deseni olur kendi içinde. Desensiz...

Bunu tek bir şiire bağlı kalarak söylemiyorum inanın, bu mekanikliği okuduğum aşağı yukarı elli şiirinde hissettim. Hatta şöyle söyleyim, kendisinin varlığından bir on yıldır falan haberdarım, "adam gibi" denebilecek bir şiirini okuduysam da hatırlamıyorum. E durduk yerde niye bulaştın adama şimdi diyebilirsiniz. Sadece internette dolaşırken bir sitede adını gördüm ve içimden kendisiyle ilgili düşüncelerimi anlatmak geldi.

Özet geçiyorum: Sezai Karakoç, muhafazakar kesimin şair ihtiyacını karşılamak için abartılmış, bok gibi bir şairdir. Ama yine de kıvırma hakkımı saklı tutuyorum. Bu akşama kadar bana üç tane güzel şiirini gönderin, belki fikrimi değiştirirsiniz.

Cuma, Mayıs 07, 2010

Peki Sevişmenin Genelde Ayıp Olmadığı Bir Dünyada Yaşasaydık?

Gündemde ne var?

Deniz Baykal ve ona ait olduğu iddia edilen aksiyon kısmı kesilmiş seks kaydı. İşin siyasi boyutuna çok girmeyeceğim. İki ihtimal var: o kayıttaki adamın Deniz Baykal olması, ve olmaması. Ama olsa ne olur olmasa ne olur?

Vakit paçavrası, pardon gazetesi, dini siyasete alet ediyor geyiklerine de girmeyeceğim. Çünkü artık bunun üzerinde yorum yapmak saçma olmakla kalmıyor, aptallıktan öteye geçiyor. Her şey ortada. Başlıktaki genelde kısmını da şöyle açıklayım. Diyelim ki görüntülerdeki kişi Deniz Baykal olsun. Eğer eşi ile alışılmış bir karı-koca ilişkisi yaşıyor ise, kendisinin de kabul ettiği bazı sorumlulukları vardır eşine karşı. Bu sorumluluklara karşı ayıp etmiştir. Eğer zaten eşi ile toplumda yerleşmiş algı ve inanışlara dayanan bir ilişkisi yoksa veya videodaki o değilse kimseye ayıp etmemiş oluyor sanırım. Yani öyle veya böyle, eğer adamın yaptığı bir hata varsa, "eğer varsa," bu bize karşı yapılan bir hata mı?

Seviştilerse, sevişen insanlara bakıp tu tu tu tu rezil herifler demek neden bize düşüyor? Üstelik bize -her anlamda- giren çıkan bir şeyler yokken. "Seks skandalı" ifadesine çok dikkat etmek lazım. Seks genelde iki, zaman zaman daha fazla kişi arasında olan bir şey değil mi hacı? Seks neden skandal olsun ki! Eğer Baykal o yaşta böyle bir şey yaptıysa helal olsun, afiyet olsun abime diyorum. Bu meselenin eşiyle arasındaki boyutu beni ilgilendirmez, ki sizi de ilgilendirmemeli.

12 yaşındaki "çocukların" dizlerini ve kollarını sansürleyen, Oktoberfest albümü yapıp "ahlaksızlık diz boyu" diyen ama fotoğraflarında sadece bira içen, üstü başı giyinik, mutlu insanlar bulunduran; aşağılık, ahlaksız, terbiyesiz ve gizli-açık pedofil tüm Vakit (fuck it?) paçavrası yazar, muhabir, editör ve yetkililerine şöyle küçücük bir öğüt vereceğim: "yobazlık beyni bulandırır, bir sakin olun." Ki insan haklarını geçtim, ülkemizdeki beş yüz milyon tane yasaya göre de suç olan böyle bir hareketi yarım saatliğine de olsa yapmak üç yaşındaki çocuk zekası gerektirir. Azıcık inceleyelim:

En basit ifadesiyle, eğer vidyodaki kişi Baykal değilse, iftira vardır. Ve kişilerin onurlarını, şereflerini, kariyerlerini dürtecek şekilde yalan yanlış açıklamalar yapmak suçtur.

Vidyodaki kişi veya kişiler kim olurlarsa olsunlar,

Vakitgiller bilmiyorlar mı ki, insanların özel yaşamlarının kendi izinleri olmaksızın kaydedilmesinin suç olduğunu. Hadi kaydedenlerin Vakit ile bir alakası olmasa bile, bunlar bilmiyorlar mı ki kişilerin özel yaşamlarıyla ilgili bilgilerin ve/veya görüntülerin kendi izinleri olmadan "yayılmasının", "dışarı çıkarılmasının" suç olduğunu?

Vakitgiller bilmiyorlar mı ki, artık internet dünyasında kendini ispat etmiş ve "internet üzerindeki tanrı figürü" olarak adlandırılan Google diye bir şey olduğunu ve bu şeyin piyasadaki her internet sitesini belirli aralıklarla önbelleğe aldığını? Hadi Google'ı da geçtim, akıl edemiyorlar mı ki görüntünün ve haberin yayınlandığı saatte ayakta olan her on kişiden en az dokuzunun "hassktr lan bu ülkemizde önemli bir konumda bulunan biriyle ilgili çok acayip bir haber" deyip vidyoyu bilgisayarlarına kaydetme yolu arayacaklarını, ve bazılarının kaydedeceğini?

Bence en azından son söylediğimi, kendi içlerinde yönetim ve yetki konusunda sıkıntıları yoksa, biliyorlar. Komplo teorilerini hiç sevmem, açıkçası Deniz Baykal'ı da pek sevmem. Ama böyle bir görüntü gecenin bir saatin yayına koyulup kısa bir süre sonra yayından çekiliyorsa ortada akıllıca olan veya olmayan daha başka hesaplar var. Çünkü öteki türlü düşününce yapılan şey çok aptalca, çocukça oluyor.

Haberde bahsi geçen kadın millet vekilimizin "eşinin de onayını alarak" millet vekili olma amacı güderek Baykal ile cinsel ilişkiye girmiş olması çok ama çok ağır bir iddia. Olayın siyası boyutuna çok girmeyeceğim demiştim ve bunu pek uzatmak istemiyorum. Ama yıllardır o partiye ve genel olarak Türkiye siyasetine kazık çakmış, aşağı yukarı her türlü dalavereyi görmüş bir insan; üstelik konumundan ve maddi durumundan dolayı istediği her şeyi olmasa da çoğu şeyi elde edebilecek bir insan neden gitsin evli barklı bir kadın ile böyle küçük hesaplar güderek, kendi kariyerini hiçe sayarak beraber olsun? Bu kadar mı aç kalmış bu adam? Daha doğrusu, eğer cinsel fonksiyonları bu yaşta tam olarak çalışan biriyse Deniz Baykal (ki bu hiçbirimizi ilgilendirmemeli aslında) buralara kadar gelmiş bir adamken "bu kadar" aç kalabilir mi? Ki Nesrin Baytok da yanlış bilmiyorsam yaklaşık 20 yıldır CHP'de önemli görevlerde bulunmuş, iyi bir üniversiteden mezun bir insan. Yani sırf millet vekili olmak için böyle "ufak tefek" ve -bir an için toplumsal normları iplersek- ucuz oyunlara başvurması mantıksız geliyor bana.

Bir ihtimal daha var: Yıllardır aynı ortamda bulunup birbirlerinden etkilenmiş olan bu iki insan sevişmiş olabilirler. E o zaman da hepimize bok yemek düşer. Bu konuda hiç yorum bile yapmayacağım.

Bilindiği veya bilinmediği üzere, ben doğru-yanlış insanı değil, güzel-çirkin insanıyımdır. Tabii içinde bulunduğumuz ortamda uymakla yükümlü olduğumuz kurallar veya yasalar düşünüldüğünde "yanlış" olan Vakitgiller'in öncülüğünü yaptığı bu saçmalıktır. Bunun aynı zamanda "çirkin" olduğunu da söylememe gerek yok sanırım. Görüntüler gerçekten haberde belirtilen kişilere ve olaylara ait olabilir de olmayabilir de. Olsa veya olmasa ne fark eder? Bu devirde kimin namus bekçiliğini yapacağız ki zaten. Namus kavramı bile günümüzdeki belki de aslında en kolpa olması gereken kavramlardan biriyken, neyin savunuculuğunu yapıyoruz?

Vakit hakkındaki yorumlardan en çok dikkatimi çekenler şunlardı: "bunlar nasıl Müslümanlar?", "bunu yapmak Müslümanlığa sığar mı?", "aaa Vakit gibi bir gazetenin sitesinde kuku gördüm." Bırakalım yahu bu işleri. Mesele Vakit gazetesinin tutarlılığı falan değil. Mesele gazetecilik ahlakı, mesele özel hayata saygı. Mesele ucuz işler peşinde koşmak ya da koşmamak. O görüntülerde "olmak ya da olmamak" değil.

Cuma, Mart 05, 2010

Darker Than Black: Kuro no Keiyakusha ve Darker Than Black: Ryüsei no Gemini

Alternatif bir zamanda, Japonya ve Güney Amerika'da, bilinmeyen bir şekilde sırasıyla Cehennem Geçidi ve Cennet Geçidi adı verilen alanlar oluşuyor. Bu alanların etrafında yaşayanlardan bazıları
esrarengiz güçlere sahip olmaya başlıyorlar. Bunlar da – naif bir Türkçe çeviri ile – ‘kontratçılar’, ‘bebekler’ ve ‘moratoryumlar’. Bu alanların içlerinde ve yakınlarında ne olacağı pek kestirilemediği için ve belki de Güney Amerika'daki Cennet Geçidi bilinmeyen bir şekilde kaybolarak 1500 km. çapında bir alanı da kendiyle birlikte yok ettiği için, Japonya'daki alanın etrafına yüksek duvarlar örülüyor ve içeri kimsenin girmemesi için önlemler alınıyor. Bununla birlikte bir şekilde kontratçılarla karşılaşan insanların hafızaları silinerek “kontratçı diye bir şeyin var olması şüphesine” bile mahal verilmiyor. İlk serisiyle (Kuro no Keiyakusha) genel olarak Hei etrafında dönen 25, ikinci serisi (Ryüsei no Gemini) ile ise daha çok olayların tüm dünyayı nasıl etkileyeceğiyle ilgili olan 12 bölümden oluşuyor Darker Than Black.

İlk bölümden başlayarak, bu esrarengiz alanların nasıl oluştuklarıyla ilgili bilinmezlik gittikçe büyümüyor; aksine kendinizi olaylara kaptırıp “Nasıl oluştuysa oluştu, izliyoruz işte,” deyip keyfinize bakıyorsunuz. Başkahramanımız Hei, Tokyo'ya değişim öğrencisi olarak gelmiş bir Çinli olduğunu, adının da Li olduğunu söyleyerek etrafta dolaşsa da, ne onun elinde kitaplarla okula gittiğini görüyoruz, ne de Hei'nin bu numarasını yiyoruz. İkinci serisinin birinci serisiyle gerek zaman ve fiziksel kurgu açısından, gerek de tarz açısından çok benzeşmediğini de düşünürsek rahatça ikiye bölerek anlatabiliriz sanıyorum.

Kontratçılar'ın özelliği, duygularının yerini mantıklarının alması. O yüzden kendi yaşamlarını devam ettirebilmek için, çoğu zaman da buna bağlı olarak para için özel güçlerini kullanarak çeşitli örgütler adına gözlerini kırpmadan cinayet işleyebiliyorlar. Özel güçlerini kullanmalarının bedeli olarak da “kâğıt yemek”, “sigara içmek”, “saç koparmak” gibi çoğu zaman garip ve kişiye özel şeyler yapıyorlar. Örnek verirsek, herhangi bir kontratçının karşısındaki adamı düşünce gücüyle havaya kaldırmasının karşılığı olarak iki tane salyangoz yemesi onun “kontratında” var. Bu kontrat gerçekten kontrat mı, yoksa lafın gelişi mi onu da öğrenemiyoruz ama meselesi de o değil zaten. Nereden, nasıl geldikleri belli olmayan alanların oluştuğu zamanda gerçek yıldızlar da görünür olmaktan çıkmış. Bu animedeki insanlar yalnızca kontratçıları temsil eden yıldızları görebiliyorlar. Eğer bir kontratçı ölürse bir yıldız kayboluyor. Bir yıldızın titreşmesi veya normalden farklı bir tepki vermesi bir kontratçının güçlerini kullanıyor olması anlamına geliyor. Zaten kontratçılar da yıldızlarının katalog numaralarıyla anılıyorlar.

Moratoryumlar kontratçıların aksine güçlerinin kontrolünü elinde bulundurmayan varlıklar – ya da insanlar. Onların güçlerini kullanmaları karşılığında saçma veya mantıklı hiçbir bedel ödemeleri gerekmiyor. Çoğu kaynakta ‘bebek’ ve ‘kontratçı’ arası varlıklar olarak gösterilseler de, güç kontrolü dışında ikisinin arasında kalan özellikleri pek yok. En önemlisi, kontratçılar ve bebekler kadar duygusuz varlıklar değiller.

Bebekler kelimesi garip bir ifade gibi durabilir, buradaki bebek ifadesi oyuncak bebek anlamında aslında. Yani vücutları insan vücudu ama ruhları yok. Birer bilgisayar gibi programlanabiliyorlar. Çeşitli görevler verilerek, kimi zaman insan içine salınıp casus olarak kullanılarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Mantık android mantığı yani. Arada bazı bebeklerin çalışmalarında anormallikler görebiliyoruz. Yani programlarında olmayan şeyleri yapmaları, arada ufak da olsa duygu belirtileri göstermeleri bilim-kurgu dünyasının yıllardır rahat bırakmadığı “insan özellikleri kazanmaya başlayan şeyler” özlemine ve/veya korkusuna bir gönderme olabilir. Bebekler aynı zamanda kendilerine özgü maddeler üzerinden (kimisi elektrik telleri üzerinden, kimisi su üzerinden, vs.) sağa sola yolladıkları “gözlem hayaletleri”ne sahipler ve onları kullananlar tarafından bir nevi taşınabilir güvenlik kamerası görevi görüyorlar.

Arada bebekler gibi kontratçılar da çeşitli değişimler yaşayabiliyorlar. Güçlerini kaybedebiliyorlar. Hatta bazen sıradan insanların bir anda güç kazandığı da görülüyor. Bunların nedenleri de belli değil.

PANDORA adındaki kuruluş, ülkedeki polis gücünün bile üzerinde yetkiye sahip olan, araştırma kurumu-güvenlik şirketi karışımı bir organizasyon. Polis ve genel olarak devlet duvarla çevrili alanın dışındaki kontratçıları avlarken, Pandora kimsenin içeri girmemesini garanti etmeye çalışıp, bir yandan da olan biteni anlamaya çalışan görevlilerle dolu.

Burada araya girerek Darker Than Black'in ara ara Hollywood filmi havasına bürünmesinin rahatsızlık verme ihtimalinin altını çizmeliyim. Büyük bütçeleri ve sağlam oturttukları film klişeleriyle Amerikan sinemasının özellikle aksiyon dalında tüm dünyayı büyülemesi de çok normal aslında. Zira bu animede de sürekli “CIA'den gelmişler hocam, hesap soruyorlar,” veya “Sen de mi MI6'tensin, hiç sevmem,” gibi ifadeler bol bol havada uçuşuyor. Arada Amerika'nın günümüzde süper güç olmasıyla ilgili göndermeler ve tepkiler de olsa da, Uzakdoğu'nun tüm müthiş atılımlara rağmen hâlâ Batı karşısında bir eziklik hissediyor olduğu gözden kaçmıyor.

Misaki Kirihara, Dış İşleri Bakanlığı’nın kontratçılarla ilgilenen bölüm şeflerinden bir tanesi. Ama biz onu çoğu zaman bir yönetici veya diplomat olarak değil, bir polis olarak izliyoruz. Her olaya bizzat katılmaya çalışıyor ve günden güne daha da merak ettiği BK-201 kodlu kontratçının (asıl adının Hei olduğu sonradan öğrenilecek ama izleyiciler olarak en baştan biliyoruz) peşinde koşuyor. Bir yandan da tesadüfî bir şekilde karşılaştığını düşündüğü Li'ye karşı bir şeyler hissetmeye başlıyor. Her iki sezonda da gerçekleri öğrenmek adına inisiyatif alan, karmaşık meselelere dalmaktan korkmayan Misaki, genel olarak dünyada olan esrarengiz olaylar ve kontratçılar hakkındaki bilgi ve duygularını sürekli tazeleyecek ve olduğu yerde kafası karışabilecek kadar karmaşık ve hareketli bir karakter olsa da, bunu kaldırabilecek kadar güçlü bir kişiliği var. Güç sahibi kadın karakter imajının temsilcisi olmaktan da öte, en azından bu animenin evreninde duygusal manada oldukça gerçekçi bir karakter.

Hei sahip olduğu misyon ve kişilik olarak diğerlerinden ayrılan bir kontratçı. Bunun sebebini ilerleyen bölümlerde, özellikle son birkaç bölümde öğreniyoruz. Duygusuz olan diğer kontratçıların aksine, Hei duygusal bakımdan sıradan insan ve kontratçı arasında bir yerlerde kalıyor. İlk bölümden itibaren karşımıza çıkan görevi ise kendisine bildirilen kontratçıları öldürmek. Diğerleri arasında “Siyah Ölüm Tanrısı”, “Siyah Kontratçı” gibi isimlerle anılan Hei, masum insan Li rolü yapmadığı zamanlarda simsiyah giyinip bir de maske takarak diğer kontratçıların boynuna uzaktan tel dolamak, onları elektrikle öldürmek gibi şeyleri hobi edinmiş olmasa da, hayatını devam ettirebilmek için bunları yapmak zorunda. Bir yandan hakkında ilerideki bölümler sayesinde birazcık bilgi sahibi olmaya başlayacağımız bir organizasyondan emir alıp hayatını devam ettiren Hei, diğer yandan da yıllar önce kaybettiği kız kardeşini arıyor. Birçok görevini birlikte çalıştığı kontratçı bir kedi (evet, kedi), normal bir insan ve Yin adında gözleri görmeyen bir bebek ile gerçekleştiriyor. Daha sonra bu grubun profesyonel ilişkisi daha duygusal boyutlara taşınıyor. Özellikle Yin'in, Hei'nin hikâye boyunca sıradan insan – kontratçı arasında gidip gelmelerinde büyük etkisi olacak.

Yin başlangıçta pek de önemli olmayan bir bebek olarak sunuluyor sanki. Ama hikâyedeki diğer çoğu bebeğin aksine taşınabilir bir bilgisayardan çok, bir takım üyesi olarak görüldüğünü kısa zamanda fark ediyoruz. Ki Hei her ne kadar bebeklerin ruhsuz bedenler olduğunu herkesten iyi bilse de, onun Yin'e karşı bazı hisler beslediğini belli belirsiz de olsa görüyoruz. Biraz önce bahsettiğim “bebeklerde ortaya çıkan” anormalliklerin olaylarda en etkili örneklerini de Yin'de görebiliyoruz. Eğer bu anime tamamen bir bebeğin bakış açısıyla çekilseydi Yin başkarakter olabilirdi. Ama bu şekliyle onu daha çok ilk seride Hei'yi etkileyen, ikinci seride de dünyayı etkileyen yardımcı bir karakter olarak görüyoruz. Bu animenin ilk serisinin genel hikâyesi geçmişte ne olduğundan ziyade ileride ne olacağına, ya da geçmişin çözülmesi için şimdiki zamanda ve gelecekte ne yapıldığına/yapılacağına endeksli gibi gözükse de, makro düzeyde olaylar ilerledikçe Hei açısından daha çok geçmişe doğru bir yolculukla baş başa kalıyoruz. İlk bölümler ne olduğu belli olmayan, pek de bir şey açıklanmayan bölümler gibi gözükerek yeni başlayan birine biraz sıkıcı gelebilecek gibi olsa da, birkaç bölüm sonra iyi düşünülmüş bir aksiyonun ortasında kalıyoruz. 90'ların başlarından beri aralarında Ghost in the Shell, Cowboy Bebop gibi oldukça popüler ve başarılı olanların da bulunduğu birçok önemli yapıtın müzikleriyle
ilgilenen Yoko Kanno, Darker Than Black'in de soundtrackini bestelemiş. Tensai Okamura tarafından düzenlenen anime ilk olarak 2007 yılının ortalarında yayınlanmaya başlarken, birkaç ay sonra Monthly
Asuka'da yayınlanmaya başlayan manga da bu anime serisinden uyarlanmış. Daha da sonra, animenin karakterlerini oluşturan asıl insan olan Yuji Iwahara tarafından Darker Than Black adıyla piyasaya sürülen manga ise animelerdeki olaylardan bir yıl sonrasını konu alıyor.

Animenin 2009'un sonlarında başlayan ikinci serisi Misaki'nin bahsettiğim “karmaşık olaylara” iyice girmeye başladığı, artık dünya insanları için kontratçıların bir söylenti olmaktan çıktıkları bir zamanda, yani ilk serinin bitiş noktasından iki-üç yıl sonrasında gerçekleşiyor. Hikâyeye hafıza silme aletini icat eden Profesör Pavlichenko ve oğlu Shion da giriyor. Zaten olaylara profesörün kızı Suou'nun hafızasında kalmış olaylarla başlıyoruz. Bu olaylardan birinde profesör çocuklarıyla oturuyorken bir patlama oluyor ve Shion bir kontratçı oluyor. Zaman kaybetmeden Hei'nin olaya dâhil edilmesi belki de konunun akışı açısından izleyenlere “ben Darker Than Black izlemek istemiştim ama...” dedirtmemek için yapılmış. İlk bölümlerdeki olaylardan sonra yollarına birlikte devam eden Suou ve Hei'nin kontratçı ve normal insan arasında kalmış olmak gibi bir ortak noktaları da var. Zaten ilk seride ekip arkadaşlarıyla Hei'nin arasında gelişen arkadaşlığı bu ikili arasında da görüyoruz. Bu seride olaylar Shion-Suou ilişkisinin incelenmesi, Suou'nun hafızasının derinliklerindeki anlamlar ve gerçeklikler bazında incelenip olay daha sonra ilk serideki karakterlere de bağlanıyor.

İlk seri ile karşılaştırıldığında daha az aksiyon içeren, daha “karakter odaklı” ve acıklı olan bu ikinci bölüm olayların Hei'nin tekelinden çıkması ve aslında Hei'nin de eski karizmasını kaybettiğinin düşünülmesi gibi sebeplerle birçok izleyici tarafından ilk seri kadar beğenilmiyor. Yine de, daha kısa da olsa, ikinci serinin birinci seriden daha derin ve akıllıca düşünülmüş, daha sağlam ve tabiri caiz ise “gaz” müziklerle desteklenmiş olduğunu söyleyebilirim kendi adıma. Ki aslında zaten mükemmele yakın olan ilk seri müziklerinden bile daha iyi olan ikinci seri müzikleri herkesin aradığı o aşırı aksiyonlu ortamı bir nebze olsun geri getiriyor. Zaten ikinci serinin son bölümlerinde o aksiyonu olmasa da, hikâyenin o orijinal gerilimini tekrardan gözlerimizle de görüyoruz.

Darker Than Black'in belki de tek “kötü gibi gözüken yönü” ise bölümlerinin kendi aralarında çok kopuk durması. Bunun sebebi de, diyebiliriz ki, Darker Than Black'in uzun soluklu animelerde alıştığımız gibi bir yapısının olmaması. Yani her küçük parçada yeni bir gelişme sağlayıp, bir problemin çözümüne daha ulaşarak ilerleyemiyoruz olayların içinde. “Yeterli” sayıda bölüme sahip bir anime olarak, Darker Than Black bize bu çözümleri arada sırada vermeyi tercih etmiş. Bu yüzden tahminimce ilk seriyi de sevmeyenler büyük oranda, kendilerince haklı olarak, seriyi bitirmeye sabredemeyenler olmuşlardır. İkinci seride böyle bir kopukluk yok ama “sabırsız insanlar için maalesef” bu kopukluk sorunu, eğer buna bir sorun denilebilirse, her şeyin sona yığılmasıyla çözülüyor.

Özellikle aksiyon türünün müdavimleri tarafından başından kalkmadan izlenebilecek anime, en azından izleyenlerden aldığım yorumlardan yola çıkarsam, türe çok da bayılmayan kesim tarafından ara ara izlenebilecek oldukça lezzetli bir çerez görevi görüyor. Senaryosu her yaştan insanın ilgisini çekebilecek bir yapım ve birkaç kez söylediğim gibi, müzikleri mükemmel. Tek cümle ile tarif edersem: kendinizi SWAT oynarken, takım arkadaşlarınızın bir anda yok olduğu ve karakterinizin kontrolünü kaybettiğiniz bir alternatif gerçeklikte buluyorsunuz. Keyfini çıkarın.

Yusuf Salman - Gölge, 2010 Mart sayısı

Doğru - Gerçek - Zan - Hakikat ve Diğerleri

Doğru ve gerçek, karıştırılmaya müsait iki kavramdır. Gerçek, çok boyutlu ve objektif olmasına karşın doğru, sübjektif ve çoğu zaman tek boyutludur. Yani belli bir bakış açısına göre verilmiş bir hüküm, eski ifadesiyle “nisbî hakikat (kısmî gerçek)”tir. Bu nisbî hakikatlerin birleşmesinden ise, hakikatin ve gerçeğin her yönüyle ortaya çıktığını müşahede ederiz.

Geometri ilminden bir misal: Bir silindire karşıdan bakan biri, dikdörtgen olarak algılar. Ve dikdörtgen gördüğünü söylerse doğru söyler. (Bu kısmî bir gerçektir) Silindire yukarı cihetten bakan bir başkası o cismin bir daire olduğunu savunur. Bu da bir doğrudur. Ama gerçekte/hakikatte o cisim ne bir daire ne de bir dikdörtgenden ibarettir. Bunları birbirinden ayırmak, hakikatin ahengini bozacağından, iki farklı hükmü birleştirip bir silindir buluruz. Böylece hem hakikate/gerçeğe ulaşmış olacak, hem de doğrulardan taviz vermemiş olacağız.

Bu minvalde eskiler “Fikirlerin insaflı bir şekilde çarpıştırılmasından, hakikatin bütün boyutlarını gösteren ve karanlıkta kalan kısımlarını aydınlatan kıvılcımlar, şimşekler meydana gelir.” sözünü söylemişler. Günümüzde insaf düsturu rehber edinmeden yapılan münazaralar, birbirini anlamamalar, sadece kendi doğrularını görüp onu "gerçek" diye empoze etmeye çalışmaktan doğmaktadır. Bu misalde geometriden ilhamını alan çok boyutlu düşüncenin, hakikate ulaşma yolunda nasıl rehberlik ettiğini görüyoruz.

Peki İnsan Nasıl Yanılır?

Bir lâtif misal ile açıklamaya çalışalım:

Bir zaman kalp ehli iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi "uykum geldi" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp, süt kasesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: "Ey arkadaş! Acayip bir rüya gördüm." O da der: "Allah hayır etsin, nedir?" Der ki: "Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acayip bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altın dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?"

Uyanık arkadaşı dedi: "Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim." Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mesut edecek altınları buldular.

İşte yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rüyada iken geniş bakamadığı ve tabirde hakkı olmadığından, maddi alem ile manevi alemi birbirinden fark etmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, "Ben hakikî maddî bir deniz gördüm." der. Fakat uyanık adam, misal alemi ile maddi alemi fark ettiği için tabirde hakkı vardır ki, demiş: "Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hakeza..." Demek oluyor ki; maddi alem ile ruhani alemi birbirinden farketmek lazım gelir. Birbirine karıştırılsa, hükümleri yanlış görünür.

Mesela: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük ayna konulmuş. Sen odanın içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen "Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum", doğru dersin. Eğer "Odam bir meydan kadar geniştir" diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki misal alemini, hakiki aleme karıştırırsın.

Pazar, Şubat 28, 2010

Merhaba

Ben hoş geldim.. Sizi de hoş buldum.. Siz zaten hep hoştunuz gerçi. Zaten her doğan çocuğun süt gibi bembeyaz bir sayfa olması münasebetiyle, bir zamanlar herkes hoştu.. Ta ki dünya onu kandırıp pençelerini kullanmayı öğretene kadar..

Kediler ellerinizle oynarken pençelerini şakacıktan çıkarırlar.. Fakat yüzünüzle oynarken sadece patilerini kullanırlar, pençeler zararlı.. Ama insanlar.. ve dünya.. Birisi dünyayı karşısına alıp sıkı sıkı şu tembihi yapmış gibi : "Seni kovalayanlardan öyle bir kaç ki yakalayamasınlar, ve senden kaçanları öyle bir kovala ki nefesini daima enselerinde hissetsinler.." Ne kadar çok insan gördüm ki dünya ile nişanlanmış.. Lakin evlenene şahit olamadım henüz.. Kahpe dünya demek kesinlikle doğru değil yine de..

Benim felsefeme göre Dünya'nın üç yüzü var.. Bunlardan ikisi güzel (bunlar bende kalsın şimdilik).. Üçüncü yüz ise yukarıda bahsettiğim şekliyle..

Yusuf kardeşime buradan teşekkürlerimi sunmak istiyorum. İnşallah bundan böyle mahalleye bir İstankara çocuğu dahil oldu. Yazmak çok ama çok önemli bir iş, yazanlara karşı ayrı bir muhabbetim (sevgim) var. Yazılı beyan insana verilmiş bir nimet.. Beyan, kudret kaleminin ucundan yokluğa akan mürekkebin ilk damlası.. İnsan beyan ile hayallere elbise giydirir.. Beyan ile sevinçler hüzünler ancak ambalajlanır.. Beyan ki sırlı münasebetleri keşfeder, beyan ki savaş çıkarır, beyan ki barışı getirir..

Amacım, doğru olarak gördüğümü doğru yerde ve doğru zamanda söylemek, fakat hakikatın ortaya çıkması için de doğrularımdan vazgeçebilmek.. Biliniz ki kuvvet haktadır, bazılarının zannettiği gibi hak kuvvette değil..

Cuma, Ocak 29, 2010

Polis Devleti Mi Oluyoruz?

Son yıllarda ülkemizin gündeminde tek şey var: darbe. Peki neden “darbe” vurgusu yapılıyor? Durumu incelersek elimize birkaç ana veri geçiyor. Asker bu ülkede gereğinden fazla ön planda, gereğinden fazla güçlü. Ekonomik ve sosyal sıkıntılar gittikçe artıyor. Özellikle içinde bulunduğumuz “hükümetin ikinci dönemi”nde herkesi olmasa da çoğu kişiyi memnun edecek hiçbir gelişme sağlanamamış, halkın sorunları büyüdükçe büyümüş. Yazıma bir moda yaşlısı gibi devam etmek istemesem de, laiklik yalan olmuş. Laiklik yalan olmalı mı olmamalı mı tartışmaları özellikle son zamanlarda iyice artsa da çoğu kişi bu konuda görüş bildirirken “her şeyi” söylememeye çalışıyor bazı hassasiyetlerden dolayı. Ve bize ilkokulda öğretilenleri piç edecek bir iddia dolaşıyor ortada: asker irticayla mücadele etme planları yaparak suç işliyor.

İrtica ile mücadele etmek suç mudur?

Zannedersem mantık açısından böyle bir suç olmaması gerektiği için bu planın(sonradan sözde belgeler de yalan oldu ya...) “AKP ve Gülen Cemaatini bitirme” kısmına yoğunlaşıldı. Aynı Ergenekon meselesinde de olduğu gibi Türk halkına da tek bir şey demek kaldı: “biz bir bok anlamadım hocam...” Yasal yollardan bir partinin veya bir organizasyonun kuyusunu kazmayla pek kimsenin sorununun olmaması lazım aslında. Ama çeşitli “yeşil” yayın organlarının bas bas bağırdığı haber bültenlerinde “cemaat evlerine silah saklayıp baskın yapmak” gibi ilginç iddialar hâlâ dolaşıyor. İnsanlar birkaç yıl önce meşhur olan tabirle “mahalle baskısına” uğruyor deniyor, ama mahalle baskısının babasını, üstelik karar verme yetkinliği tam gelişmemiş bacak kadar çocuklara yapan, onların düşüncelerini kendi düşüncelerine göre şekillendiren bir örgüt bal gibi de mağdur duruma sokuluyor. Bu örgüt hâlâ çeşitli ortamlarda faaliyet gösterip çeşitli devlet ve özel sektör kademelerine çıkar amaçlı eleman enjekte ediyor. Kimse, hiçbir hükümet de “çocuklarımız, gençlerimiz psikolojik baskıyla, inanç özgürlüğü hiçe sayılarak, eğitim namına neredeyse hiçbir şey yapılmadan beyin yıkama yağlamasına uğruyor” diyemiyor, cesaret edemiyor. Kanal 7 gibi “sabıkalı” bir yayın organı artık normal bir haberde bile üst kademe subaylardan bahsederken “subay” değil, “cunta” diyor. Artık irtica ve şeriat özlemi çok normal karşılanır oldu doğrusu, ilginç...

Mağdur edebiyatı?

Gün geçmiyor ki, sayın başbakanımız, cumhurbaşkanımız, meclis başkanımız, başbakan yardımcımız, vs. suikast girişiminin ucundan dönmesin. Bir an için hükümet düşmanı, her şeyi göze almış, çılgın bir fanatik gibi düşünüyorum. Düşünürken başbakandan nefret ediyorum. E nefret ediyorum da, ben o adamı öldürüp niye kahraman yapayım? Hem bu ülkede başbakan öldürmek kolay mı, adamın arabası geçecek diye yolun karşısına geçmemize bile izin verilmiyor. Bazı Avrupa ülkelerindeki gibi başbakanı sokakta göremiyoruz. Ve Allah aşkına, bu nasıl bir güvenlik sistemidir ki, son birkaç ayda onlarca “mücadele”, “darbe” ve “suikast” girişimini daha harekete geçmeden durdursun! Bir bakıyorsunuz, adı geçen herkesin bahçesinde silah gömülü... Yani bunu ergenekon davasından da anladık, gömmeyin kardeşim şu silahları, buluyorlar işte, başka yere saklayın, değil mi? Suikast girişiminde bulunacak insan krokiyi yutmaya çalışıyor yakalanırken. Bu o kadar komik, o kadar komik, o kadar komik... pardon, takıldım, söyleyecek bir şey bulamıyorum. Eğer halka sunulanların onda biri bile yalansa, bu hükümetimizin muhteşem ve organize yalan söyleme uzmanı olduğunun kanıtıdır. Daha da ilginci, bunlardan onda biri bile doğruysa, hükümetin ve temsil ettiği siyasi görüşün “çok yaygın bir şekilde” kadrolaştığının ispatıdır. Yoksa böyle bir güvenlik ağı, böyle bir “sürekli baskı altındaki hükümet”, böyle bir “aksiyon dolu politik gündem” Amerikan filmlerinde bile yoktur azizim.

Yine paravan geyikleri mi?

Hükümetimizin önemli sorunlar arttığında ve yapacak bir şey olmadığında, veya yapacakları şey kabul edilebilir olmadığında sorunun önüne bir paravan mesele fırlatması iddialarını hepimiz biliriz. Geçtiğimiz yıllardaki türban meselesi böyle olaylara güzel bir örnektir mesela. Güzel bir şekilde yayın hayatına başlayan cesur ve kaliteli gazetemiz “Taraf” da gittikçe bir Vakit, bir Milli Gazete oluyor. Belki kıyafetleri farklı ama konuşma tarzları hemen hemen aynı. Taraf'ın dikkat ettiğim kadarıyla en büyük sorunu “hedef göstermeye” başlaması. Taraf'ın bundan vazgeçmesi lazım, en kısa zamanda hem de... Özellikle “Fatih Camii Bombalanacaktı” manşetine çok güldüm. Amerika'daki “11 Eylül'den sonra ailemin güvenliğinden endişelendiğimden dolayı kendime çip taktırmaya gönüllü oldum ayol” diyen kadın gibi sürekli bir korku içerisinde yaşayan, bazı kesimlerden nefret etmeye, bazılarından korkmaya, bazılarına çok güvenmeye koşullanmış bir robot halk mı yaratılıyor dersiniz? Yani darbe ortamı yaratma amaçlı cami bombalamak, yıllarını hesapla, stratejiyle uğraşarak yiyen üst düzey subayların bulduğu, kendilerine göre mantıklı bir plansa zaten bir tarafımla gülmekten çekinmem. Elime bir baston alır hepsini döver ülkeyi ele geçiririm eğer böyle insanlardan oluşan bir ordumuz varsa. Ama garip olan şu, İlker Başbuğ çıkıyor ve “Allah Allah diye hücum eden ordu nasıl cami bombalar lan?” diye masalara vuruyor. Bu aynen “bakın efendim, müvekkilim eli ayağı düzgün, kibar bir insan, nasıl tecavüz eder?” der gibi olmuş. Bir yandan manşetteki ifadenin komikliğine, eğer böyle bir plan ve bu planı yapanlar varsa da onların aptal oluşuna bakmayıp “benim ordum böyle şey yapmaz” diyerek hepimizi muhteşem konuşmasıyla ikna etmesiyle beni derinden dumur etmiş, diğer yandan da ordumuzda gerçekten biraz önce bahsettiğim tipte insanlar olabileceği fikrini aklıma sokmuştur sayın Başbuğ, tebrik ederim.

Polis devleti mi yaratılıyor?

Dün haberleri izlerken meclisteki asker sayısının azaltılıp yerine polis dikileceği kararını öğrendim. Mantık olarak iç güvenliğin polis tarafından sağlanması çok normal herhangi bir ülke için. Ama Türkiye tabii ki herhangi bir ülke değil. Birkaç şeyden bahsedelim o zaman, hadi bakalım. Youtube yasağı hala sürüyor, komik. Kitapların aile ile okunacak-okunmayacak olarak sınıflandırıldığı bir araştırma yapıldı geçen sene, bu iki. Alkol reklamları çok absürd şekilde düzenlenip bu reklamların sadece +18 filmlerin sonuna(jenerikten de sonra) konmasıyla ilgili kararlar alındı yine geçen sene. Çankırı'da ev ve alkol kullanımı için tasarlanmış yerler dışında alkol tüketimi yasaklandı. Sebep olarak “pikniklerde içen insanların kaza yapması” gösterildi ama zannedersem kimsenin aklına yolun başına birkaç polis koyup alkol muayenesi yaptırmak gelmedi. Ki mesele de vatandaşları pikniklerde “ziyaret edip” gerekirse zor kullanacağını belli etmekti sanırsam. Sonra şehir efsanesi olduğuna inanmış olduğum, inanmak istediğim şeyler ortaya çıkmaya başladı. Daha önce muhafazakar kesimin tekel bayisi civarlarına cami yaptırıp sonra bayinin kapatılması için toplumsal baskı uyguladığı iddiaları hep ortada dolaşırdı. Bir yanım “kesin yapıyordur bizim yobicanlar” dese de, diğer yanım buna inanmak istemiyordu. Ama bir gün gazetenin köşesinde kalmış bir haber gördüm. Kırk yıldır açık olan bir genel evin yanına cami yapılmıştı, ve halk günah olduğu gerekçesiyle bu genelevin şehir dışına taşınması için baskı yapıyor, gerektiğinde kapılarını camlarını taşlıyordu. Camiyi getirip de oraya koyan kişilerin başkanı ise “halk ayaklanıyor, böyle giderse durum daha kötüye gider” diyerek uyarı adı altında resmen tehdit savuruyordu. Bunlar çok korkunç memleket manzaralarından sadece birkaçı, daha kaç tane var kim bilir... Yasama, yürütme ve zaman zaman da yargı gücünün önemli bir bölümünü elinde tutan siyasi irade ve sokaklardaki, evlerdeki yandaşları yasaklamaya ve baskıları desteklemeye devam ediyorlar. Polisin yetkisi her geçen gün artıyor. Polise ağır silah alımı için çalışmalar başlatılıyor. Her geçen gün başka bir haber duyuyoruz polis tarafından öldürülen, hiç değilse işkenceye uğrayan, daha da hiç değilse dövülen veya yasadışı şekilde gözaltına alınan insanlarla ilgili. Polis gücünün başındaki insanlar siyasi otoritelere dönüşmeye başlıyor gittikçe. Ve adı konulmamış bir dokunulmazlığa sahip olmaya başlıyor polisler. Özellikle emekçi kesim üzerine bir “balyoz” olup iniyorlar sokaklarda, ülkede hakim siyasi iradenin ahlak zabıtası olup çıkıyorlar. Yasalarla “bizim iyiliğimiz için bizi kısıtlayanların” maşası oluyorlar. İster istemez insan kendine şunu soruyor: askerin normal demokrasilerle karşılaştırıldığında çok ön planda olmasını da bahane eden hükümet, yavaş yavaş ülkenin özellikle iç güvenliğini tamamen polise kaydırarak ve çıkarttığı yasalar ve yaptığı aciz edebiyatıyla askeri ayağının altına alarak, kısacası kendisine köstek olan askeri kendisine destek olan polise yedirip, kendi siyasi iradesinin kontrolünde bir polis devleti mi yaratmaya çalışıyor? Özellikle ülkede yaratılmaya çalışılan korku ortamını, son yıllarda çoğalan yasakları ve toplumsal ayrılıklardan doğan lokal baskıları düşününce, polisin gittikçe artan yetkisi ve dokunulmazlığı da düşünüldüğünde çok distopik de olsa böyle düşüncelere dalmam çok da anormal değil sanırım.

E, sonra?

Dediğim gibi, moda yaşlısı gibi siyaset yapmak istemiyorum. Her ülkenin hassas dengeleri vardır. Siyasetçi olarak o dengeleri manipüle edebiliyorsanız halkı köpeğiniz bile yaparsınız. Soğuktan donan insanlar varken “gücü olan doğalgaz kullanacak” diyebilecek kadar kendini aşan bir başbakanımız varken, ve halkımız da hâlâ “yaşasın AKP” diyebiliyorken moda yaşlısı gibi konuşmanın manası da yok pek. AKP ilk döneminde önceki hükümetten devşirdiği stratejiyle birkaç güzel şey yapıp halkın nefretinden büyük oranda kaçmayı başardı. İkinci döneminde artık “nasıl olsa üçüncü dönem olma ihtimali yok gibi, götürelim hacı” modundalar resmen. Artık bazı adımları daha cesur, daha da önemlisi “daha umursamaz.” Halkın önemli bir bölümü tarafından hâlâ destekleniyorlar zaten. Ama destek de umurlarında değil sanıyorum artık. Çünkü gittikçe daha agresif, daha açık sözlü olmaya başlıyorlar. Bu iki anlama gelebilir. AKP hesap kitap yapıp ya bir daha bu kadar güçlü gelemeyeceğini anladı, ne bulursam götüreyim diyor, ya da artık sağlamlaştırdım yerimi, halk benden vazgeçmez nasıl olsa, istediğimi yaparım ve bunlar da kafa sallarlar diyor. Demokrasi adı altında “kendine demokrat” bir çizgide ilerleyen ve ülkeyi gider ayak değiştirebildiği kadar değiştirmeye çalışan bir parti istiyorsanız bir daha düşünün derim.

Yusuf S.

Perşembe, Ocak 28, 2010

olmadı.

bir öykü yazmak istedim ama başaramadım gene.
aslında yeterince çabalamadım.
çabalasam yapar mıydım, işte orası bir muamma.
esas mevzu şu ki:
kendimi iyi hissetmiyorum.
kafam karışık, sanki milyonlarca nöron birbiriyle bağlantı kurmaya çalışıyor da, bilincim seçemiyor hangi bağlantıya odaklanacağını.
uzun lafın kısası, salınıp duruyorum bir oraya bir buraya,
salıncakta misali...
kayda değer birşeyler arıyorum zihin boşluğumda.
sistematize etmek istiyorum var olanları, ve boşa çabalıyorum.
belki karakterler arıyorum yaratacak,
belki de var olan karakterlere hayatlar çizmeye çalışıyorum.
çizemiyorum, göremiyorum ötesini...
işte bu yüzden, istesem de yazamıyorum öyküleri ben.
istesem de toparlayamıyorum arapsaçı nöronlarımın arasındaki ensest ilişkileri.
amaçsız kaldığınız oldu mu hiç?
büyük umutlarla başladığınız birşeyler kayıp gitti mi hiç ellerinizden?
hiç kendinizi yetersiz, veya başarısız hissettiniz mi?
ben hissettim.
öyleyse varım.
varoluşçu bakacak olursak bu uyanışa, çok da kötü gözükmeyecektir göze.
ne de olsa yaşanan her acı insana kendi varlığını kanıtlamaktadır.
hayır, anlamadığım şey şu ki:
lanet olası acı neden bana beni kanıtlamak için kanırta kanırta batırır bıçağını bedenime.
benim pek de zarar görmeyen bedenim neden şimdi bıçak darbeleriyle başa çıkmak zorundadır ki?
hayır, dersen ki varoluşçu değil, determinist bakalım mevzuya...
o zaman da böyle olması gerekiyormuş meğer diyiveriyoruz en inanmaz halimizle.
e peki ne yapmak lazım sorarım size?
daha açıklayacı olacaksa anlatayım,
self imle ideal self im kavga ediyorlar mütemadiyen.
neo-analytic amcalarımın söyledikleri gibi,
olduğum şey ve olmak istediğim şey arasında uçurum var.
e sonuç olarak da gerginlik oluyor ister istemez.
başka konuya atlayacak olursam eğer söylemeliyim ki,
neo-analytic amcalarımı hiçbir zaman sevmedim ben.
bu durumu onlara dayanarak açıklamak da ayrıca zedeliyor benliğimi.
sonuç ne mi?
sonuç yok...
hem şekerim, ne zaman sonuç vardı ki?
sürüp gidiyor işte birşeyler.
baksanıza tarihi bile neden-sonuçlarla açıklamaya çalışınca sıkıntı çıkıyor.
esas olan süreklilik.
insan sürekli yaşıyor...

Cuma, Kasım 27, 2009

Sureti, Haleti...

Bilirsiniz ki genelde başkalarının yapmasına gıcık olduğum şeyleri yapmaktan geri duramıyorum. Daha da bilirsiniz ki eleştirdiğim, tartıştığım şeylere de upuzak duramıyorum. Karşımdakiler gerçekten minicik de olsalar, küçülüp onların boyuna inmekten gocunmuyorum! Geçen gün yine kendime ve hayata gıcık olup, sanat akımı gelecekse onu da biz getiririz diyerekten bir manifesto bile yazdım. Gerekirse Lars abim gibi kendi manifestomu kıvırıp bir tarafıma bile sokabilirim işler yolunda gitmezse. Ama zaten şu an nerede işler yolunda gidiyor ki? Parayı tuvalet kağıdı gibi kullanan Dubai bile şu an sıçmak üzere, ama bu sefer gerçek kağıt kullanmak zorunda kalacaklar sanki. Tekrar gönderme yapayım çaktırmadan, anlayan anlar: Ece, bu kuyruk beni rahatsız ediyor.

Hatta çaktırayım, ben bir gün Ece’ye yazı yazamayan herkesin yazı yazamadığı üzerine bir yazı yazarak yazı yazamamaktan kısa bir süreliğine kurtulmak gibi garip bir yönteme başvurduğunu söylemiştim. Ece de o an yanında bulunan oyuncak, tüylü müylü, pofuduk timsahı eline alıp benim onun kuyruğundan rahatsız olmamla ilgili bir örnek vermişti. Sonra kedisi beni tırmalamıştı, o kimseyi tırmalamaz demesine rağmen! Bunun intikamı da alınacak Ece! Satanist örgütlerle işbirliği içerisindeyim. Neyse, kendi içimde tutarlı bir insan da değilimdir ki dışımda olayım! O yüzden o kuyruğun beni rahatsız ettiğine bir kerecik değindikten sonra saçma sapan gençlik ateşlerinden bahsedeyim. Kendimi çok severim, Ahmet, Mehmet, Ayşe beni sevmeyebilir, ama ben kendimi severim. Ve bu durum o kadar garip bir hal almaya başladı ki, kendim gibi bir insanın beni sevmesinden de mutluluk duymaya başladım. Sonra böyle bir şeyden mutluluk duymakta haklı olduğumu düşünmeye başladım ve “haklıyım tabii, ben de olsam beni çok severdim” dedim. Burada film koptu, ben ben miyim gibi saçma sapan sorular aklımı kurcalamaya başladı. Ben ben olmasam kendimi niye seveyim ey okur? İnsan kendini sever, gerisi dolaylıdır. Kendini mutlu eden, edeceğini düşündüğü insanı sever, bu da cümlenin başında değinildiği gibi kendisi içindir. Uzatmayayım…

Hiçbir şeyde mantık aramamaya başlama yolunda gayet uzun mesafeler kat ettim. Kat kat oldu o mesafeler. Ve inanır mısınız, hakikaten, inanır mısınız? Ben inanmam mesela ama konumuzla alakası yok. Ve inanır mısınız, mantığı aramadıkça o sizi buluyor! Yani etrafınızdaki insanların mantıksızlığını ne kadar kabullenebilirseniz, o kadar mantıklı bir iş yapmış oluyorsunuz diyelim de kıvıralım cümleyi. Ama bu felsefenizi insanlara anlatamıyorsunuz. İnsanlar ters köşelerle, kasıtlı mantıksal hatalarla sizin düşüncelerinizi değiştireceklerini sanıyorlar. Anlamıyorlar ki sizin de en azından basit, temel mantık öğelerini kullanabilecek bir beyniniz var… Kendi adıma konuşursam: kendimi sadece ben değiştirebilirim. Beni değiştirebilmeniz için beni anlamanız lazım, beni anlamanız için de biraz iyi niyet ve ilkokul üstü bir zekadan fazlasına ihtiyacınız yok çoğu zaman… Neyse, değişmiyorum işte, gıcık olduğumla kalıyorsunuz… Beni kuru kuruya gıcık etmek, sinirlendirmek veya üzmek sizin elinize ne geçirecek bilemem… Hani siz de bana gıcık oluyorsanız “Yusuf, bir siktir git” deyin kısaca, bir daha yüzünüze bakan benim gibi olsun! Tekrar ediyorum: bende “özellikle insan ilişkileri” çok temel düzeyde işliyor. Yani karşıma dünyadaki ilk bilgisayarı koyun, onunla bile çok rahat anlaşırım. Benimle anlaşmak, bana bir şeyi ifade etmek, beni bir şekilde değiştirmek için bin dereden su getirip, garip planlar yapıp, anlaşılamayacak kadar saçma kararlar ve yöntemler denemenize gerek yoktur, benim beynim var. Ama maalesef ki insanlar genelde “beni anlama” kısmında problem çekiyorlar ve bunun sorumlusu ben değilim.

Bu arada bu yazıyı öyle kendimi evrene enerji olarak salmak için yazıyorum… Yani hiçbirinizi ilgilendirmediği gibi, hepinizi de ilgilendiriyor, hepimiz evrenin sakinleriyiz… Ta ki birimiz zamanda atlayana kadar… Zamanda yetmiş arşın atlayana kadar belki! Zaman oradaysa, arşın burada diyemezsiniz de, çakar rölativiteyi alnınızın ortasına adamlar. Fizikçiler garip insanlar, Matematikçiler daha da garipmiş onu anladım birkaç dönemdir. Yani izlenimlerime göre Fizikçiler tüm normal mesleki veya akademik güruhlar gibi ikiye ayrılmış durumda, “garip olmayanlar” ve “garip olanlar”. Garip olanlar ise kendi içlerinde birbirlerine çok benziyorlar. Matematikçiler öyle değil, belli bir standartları yok garip olanlarının bile. Daha gerçekçi bir dal olduğu içindir belki. O değil de, ben kendimi bir türlü bulamadım ona yanarım. Aslında yanmam lan… İnsanın kendini bulması gerekmiyor bence, insanın kendini sürekli araması gerekiyor. Şu an hâlâ kendimi arıyorum. En sevmediğim geyik şudur: “kendini on yıl sonra nerede görüyorsun?” Yapmam, yapanı da sevmem. Bu saçma salak soruya “bilmiyorum” diyebilen adamdır bence. İnsanın yapacakları, yapmayacakları olacak tabii ama on sene sonra kim öle, kim kala. Hiçbir zaman plan insanı olmadım. Buna rağmen küçüklü büyüklü takıntılarım yok değil ama… Plan yapmaktansa, yalın ve öz bir şekilde “yapmayı” tercih ederim. Yapmak! Ne güzel bir eylem. Bilimsel araştırmalar insanların genelde yapmadıkları şeylerden dolayı daha çok pişman olduklarını gösteriyor. Bu öyle tahmin edileceği gibi küçük bir fark da değil, birkaç kat fark var arada resmen. Hızlı karar vermeyi çok severim. Vereceğim kararın ciddiyetine göre hızının azalması “adamım” diyenin normal karşılaması gereken bir şey, o kadar da carpe diem meraklısı değilim. Herkes bir yerlere gelmek ister, sadece kendimi ilgilendiriyorsa bu konu, karar benim köpeğim olsun ulan! Onun dışında sorumlulukları zorunluluklardan çok daha fazla severim. Kolay kolay söz vermem, eğer verdiysem rahat olun, gözlerinizden öperim…

Her insan gibi benim de fikirlerim var… Duygularım da var hatta! Beni ben yapan tüm şeyleri düşündüğümde, anlatmayı her zaman sevmediğimi de fark ederim. Anlık olaylarda tamamen dışavurumcu, genel meselelerde “her şeyi anlatan, ama her şeyi değil”ci olurum. Bu yazıda savunduğum tüm düşünceleri, anlattığım tüm kişilik özelliklerimi iki saniye içinde değiştirme hakkımı saklı tutarım, elletmem kimselere. Bir de çok kötü bir tabir var “gösterip de vermemek” diye… Yani gösteriyosun, ver bari dimi! Ben vermeyeceğim şeyi göstermem, vereceksem de çıkartır masaya vururum arkadaşım. Net olmak lazım. En sevmediğim insan belirsiz insandır. Allah belasını versin o insanın. Defolsun gitsin o insan. O insan osuruktan nem kapar, her zaman bir ne yapacağını bilememe durumundadır. Pis insan seni! Kimse şunu bilmiyor mu çok merak ediyorum: her zaman ne yapacağınızı bilmeniz gerekmiyor. Bununla birlikte, bu boktan hayatın da bir götürüsü olarak: her zaman bir şeyler yapmanız gerekiyor. O yüzden bilen insandansa, yapan insana bayılırım. Nerede öyle bir insan var, orada bir net insan, bir sevgi pıtırcığı, arkadaş olunası, saçlarıyla oynanası bir insan var. O insanın saçları kıvırcık, kazağı yeşil, yüzünde mahçup bir gülümseme var. Ama gülümsüyor işte, yapıyor çünkü. Düşünme eyleminin tamamen karşıtı değilim. Ama çoğu zaman saçmalıyoruz. On düşüneceksek on beş düşünüyoruz. İşte o gereksiz beş düşündüğümüzü yapmak için harcasaydık şimdi kim bilir nerelerdeydik insanlık olarak.

Buradan söylüyorum: Dinsel devrim, cinsel devrim, siyasi değişim vs. getirilecekse onu da biz getiririz. Biz kim miyiz? Ben, kendim ve şahsım. Suretim ve haletim. Aletim der gibi oldu sanki, yani bana öyle küçük bir cinsel çağrışım yaptı, belki size yapmamıştır ama yaptıysa ve azıcık gülümsediyseniz ne mutlu bana… Kafandaki zincirlerden kurtul ey okur, “it is do o’clock” demiş Barney Stinson. Zamanını salt düşünmeye değil, verimli düşünmeye ve mümkün olduğunca “yapmaya” ayır. Adamı hasta etme. Sen safsındır, açıklama da yapayım sana: “biz getiririz”deki biz insanın kafasının içindeki gücü temsil ediyor, yoksa beni, Yusuf Salman’ı temsil etmiyor… Evet, içine sıçtım bu açıklamayla ama gerçekten anlamayanlar var. Deli oluyorum ulan! “Cern’de çarpışan protonlarda Allah yazısı görülmüş” deyince inanıp “aaa! cidden mi?” diye ciddi bir şekilde soran arkadaşlarım var benim. Aynı cümleye “sen Allah’la dalga mı geçiyorsun, utanmıyor musun, ayağını denk al” diyen, yıllardır da tanıdığım arkadaşım var. Kusura bakmayın ama, sığır sığırlığını hemen belli etmek zorunda değil, yıllar sonra çıkabiliyor her şey ortaya… Buradan o sığır arkadaşlarıma da selam ederim. Sizinle bile -çok samimi olmasak da- arkadaşlık edebiliyorsam, ben gerçekten bir evliyayım. Arapçası: enel gerçekten bir evliyayım. Arapsaçı: çöz beni arapsaçı, çivi çiviyi daha da kalınlaştırır, bu değildir bunun ilacı.

Umarım ki yeterince samimi olmuşumdur. Yoksa tarzdı, mantıktı, tutarlılıktı, toplumsal normlardı… Yemişim bunların hepsini, hatta -küfür geliyor, çok terbiyeliyim, sütten çıkmış ak kaşığım diyorsan dur-, hatta, hatta sikeyim bunları size bir şey olmasın sevgili okur. Size bir şey olmasın, ama aslında olabilir de… Olması pek şeyimde değil yani, kusura bakmayın, benim samimiyetim de böyle. Ayağınıza bakarken çaktırmadan da olsa belirtirim, ayakkabın çok güzel diye… Aklımda varsa, senin aklında da olacaktır, bu da son sözüm olsun…

Cumartesi, Ekim 31, 2009

Otostopçunun Tecavüz Rehberi

Zik yapacağına zak yapmış adam
Ağlıyor gözleri kan içinde
Zaten doğarken otostop çekmiş dünyaya
Ölürken mi soracak tecevüzün hesabını
Kalorifer peteği kadar ısıtmaz bu dünya
Gidiyor, bize de bekleriz diyerek
Biz yok, koca bir ben var halbuki
Hatta bir ben var içimde
Bir daha var, bir daha, bir daha ve bir daha
Hayat bu, ne bir kum tepesi, ne bir vaha
Bir ben var içimde, bir sen yoksun
Rüzgar yapmacık bir şarkı çalıyor penceremde
Bir kuşlar anlıyor dilinden pezevengin
Ben ölüyorum, kuşlar ölmüyor
Ağzımdaki peyniri kaptırmışım gibi
Kollarımı çırpıyorum, bir ben uçamıyorum
Kendime uzaktan el sallıyorum
Tırnaklarım kopmuş kafa kaşımaktan
Bir sen yoksun, dedim ya
Bırakın ölsün, koparsın zincirlerini
Bir ip parçası yetmez adamı asmaya
Bir kuş var içinde

Salı, Ekim 27, 2009

bach a l'orientale

içeride sürreal hava akımlarıyla çalkalanmış
şapkadan taze çekilmiş tavşan kulakları gibi
sıcacık, bahar gülümsemelerinin kokusu gibi aşk
her yerde, güç gibi aynı, içimizde, dışımızda
içimizden ve dışımızdan, sonra dışımıza sonra sana, bana
ya da önce, ya da öncesi yok, önü de yok ki
arkasının olmaması gibi, gibi de değil aslında

Cuma, Ekim 02, 2009

Tuomas... oh, Tuomas!



Forgiving someone is hard, y'know? It doesn't matter whether you know that person or not. But sometimes, there will be a point where all the hate will dissolve into sympathy and love.

Okay, it's getting confusing for those of you who don't know me. Let me begin properly.

I am a huge fan of old-Nightwish, and by that I mean Nightwish during Tarja's era. And after they fired Tarja, I hated Tuomas Holopainen with a fucking passion yet loved his songs. It was pure conflict.

However, I watched this documentary about him where he talks about his childhood etc; I've realized no matter how stupid he was, I still have a great amount of respect for this man. I don't know; he's inspiring and his music is his way of running away from world. I like that. Oh, the documentary was made after they fired Tarja and he said he was so proud of her... which made me smile. I feel calm after watching that. Well, letting go of all that anger against Tuomas and the beautiful Lapland scenery... very soothing.

So... I have realized that he's a truly beautiful human. In all aspects. I don't hate him anymore even though I think he was stupid to let Tarja go, I just love him and his music. I wish I could explain it more but I can't. I'm inspired and humbled by this man and his perfection.

If you'll excuse me, I'm going to escape the reality once again with the wondrous Maestro Holopainen.

Pazar, Eylül 27, 2009

Günlerden Bir Gün Bir Çocuk...

Suskun kalırım, konuşamam
Sopsoğuk dudakların dudaklarımda
Uzatırsam kan damlar parmaklarımdan
Denizler bile ayıramaz bizi
Günlerce, birgünlerce uzayacak yollar
Hepimiz gökyüzüne düşeceğiz bir gün
Şemsiyeler de kurtaramayacak
Aşıksan yaparsın demişti babam
Üç nokta olalım bir cümlenin sonuna
Parça pinçik edelim şu virgülleri
Kaç paçavra yırttım eski daktilolarda
Ama tanrı yokmuş işte evinde

Çarşamba, Eylül 23, 2009

Nothing Wrong

Nothing wrong
Nothing wrong
I've done nothing wrong
Was just sweeping in the sky
No need for an alibi
It's not wrong, you should try
Nothing wrong
I've done nothing wrong

Cumartesi, Eylül 12, 2009

Şarkı

Çok pis bi shuffle tutturdum. Hep sevdiğim şarkılar çalıyor. Şu an Joan Osborne'dan Crazy Baby çalıyor mesela. Bir de Kemal Sunal'ın bir filmi vardı. Anlatır, anlatır ve anlatırdı. Sonra da "mesela yani" deyip ortamın amına koyardı. Tabiri caiz ise "şu güzel ortamı bozardı". Hem size ne? Noktayı ister tırnak işaretinden önce koyarım, ister sonra koyarım! Ama mesela yani demem. İstesem derim, ama istemem. Ama istesem isterim. Ama istemem de. İstesem istemeyi de isterim ama onu da... Öeehhh dedin mi? Dedin bence. Yine de şunu derim: birileri benim ne isteyip istemediğimi biliyor, ben buna seviniyorum. Bana güvenseler çok daha iyi olur mesela, ama eminim güvenirler ileride. Güvenilmeyecek çocuk muyum ben? Bence güvenilirim, neden güvenilmeyim değil mi?

Şşşt, okur. Sana diyom lan! Okur, sevgili okur, sana diyom. Duyuyon mu beni? Ama eminim, birileri duyuyor beni. Sen duymasan da olur. Ama sen de duy, niye duymayasın. Çiğ köfte var, yer misin? Yirmisin? Ama böylesini bulaman bi daha. Güzel çiğ köfte bu! Kendi ellerimle yoğurdum. Yok lan, ben yoğurmadım. Ama yi biraz bence, güzel yani. Yanında da bira aç bi' tane. Bak dolapta olacaktı. İçmiş miyim hepsini. Yok lan, içmedim! Hiç içmedim memur bey. İçmeden sarhoş oldum ben. İçmeden oldum da, olmak ya da olmamak demedim. Diyeydim mi? Nasıl soru lan o deme, sen de soruyordun arada bunları. Saçmalayım mı sana? Saç malanmaz, taranır diyeceksin sen. Saçmalayım mı sana? Öpeyim mi yarı açık gözlerinden? Burnunu ısırayım mı? Gel su içelim ramazan ramazan. Alkol günah değilmiş gibi sanki öteki aylarda. İftardan önce içelim ama. Orucumuzu dudaklarımızla açarız. Şarkılar söyleriz aydedeye. Çok da sikindeyiz sanki herifin... Öyle tepede arz-ı endam eylemekle olmuyor, yakınlaşmak lazım. Öpüşmek, sevişmek, koklaşmak. Aydede de hiç tipim değil. Tipim yok ki zaten, tipsizim biraz. Ama biraz. Aynı zamanda deliyim. Deli oluyorum sen oradayken, ben buradayken. Kahve mi yapsam kendime? Fal mı baksam? Fal olup aksam mı önüne? İki gözün önüne akmasın ki... Benim gözlerim sana aksın. Sana değil, sen oku sadece, alınma. Pis okur seni! Git bir çay koy bize.

Bir sigaran var mı? Ama içmiyorum ben. Sen yak, ben seyredeyim seni. Pezevenk gibi içme ama. Bahar hep pezevenk gibi içtiğimi söylerdi benim, eğer içseydim. Ama içmiyorum, dimi Bahar? Bahar, kızdın mı bana bugün? Güzel yazıyorsun lan. Vallahi! Ama deliriyorsun bazen! Ben de deliriyorum. Ama cadım yanımda olmadığı zaman. Cadımı severim, bilen bilir. İsterim ki hep yanımda olsun. Ama uzaktan da ilham veriyor bana. Ona rahatça saçmalayabiliyorum da. Sen kendi cadına saçmalayabiliyor musun? Onu di bağa! Herkesin cadısı da olmasın ama. Cadı tek benim olsun. Neyse. Börek var, yer misin? Anne böreği bu. Annem yaptı, patatesli, çok güzel. Niye? Ocakta yemeğin mi var? Evet, seviyorum böyle karşımda birisi varmış gibi yazmayı. Zoruna gitti galiba. Beş dakika geçti mi ilk konuştuğumuzdan? Senin beş dakikan çok uzun ama, biraz kısaltalım bence onu. Ruj mu sürüyorsun? Dudakların mı kurumuş? Kuru muymuş dudakların? Haydi gel tek kişinin bitiremeyeceği bir elma olalım seninle. Bir bardak mojitoyu devirelim. Sel alsın ortalığı. Kenarlığı da alsın. Sel bu, isterse alır, bir şey diyemezsin.

Playlistim sıçtı yazının sonuna gelirken. Hani bazı şarkılar vardır ya, albümdeki diğerlerinin hatırına silmezsin onları da... Hep onlar geliyor işte. Ama ben onları istemiyorum. Kendi şarkılarımı, hatta kendi şarkımı istiyorum. İstiyorum dedim.

Cuma, Eylül 04, 2009

Döngüsel Artıklık Denetimi Hatası

Onu bunu bırakalım da, biz muhafazakar insanlarız aslında. Yine de kendi muhafazakarlığımız içinde kendi kendimize dayattığımız yasakları delip delip geçiyoruz. Başkası delince de gözüne çıbık -evet çıbık- sokmaya çalışıyoruz, ya da elinin üzerinde sigara söndürmeye. Eşitliği de geçtim, özgürlük namına bir dal elma bile kalmamış ise bir ağaçta, cennete gitsek ne olur, dünyaya düşsek ne olur? O yüzden ben şöyle yaparım, sonra da böyle yaparım, canın isterse modunda dolaşacağımıza kuralları bir kenara bırakıp olayın gerçekliğini sorgulamamız gerekir.

Sorgulamak eylemi mantık dahilinde şüphe üstüne kurulur, olumsuzluk içeren önyargılar üstüne değil. Kendi yazdığımız kitaba he derken, tanrının kutsal kitabını yerden yere vurmak adettenken, aynı zamanda ayıptır da. Ve evet, herkes farklıdır. Bazıları daha da farklıdır. Ama bu onlara istedikleri insan/nesne ile, istediklerini yapma özgürlüğü vermez. Bu özgürlüğü ne toplumsal ve hukuksal kurallar, ne de otobüsteki dünyadan habersiz bir adet Mehmet amca sağlar. Özgürlük ve gerçeklik kişi-kişi arası ve/veya kişi-nesne arasında karşıdaki kişinin veya nesnenin imkan verdiği değer aralıklarına yatırılır, gerekirse fileto da çıkarılır, kıyma da. Ama her kişiye/nesneye de kıyılmaz tabii.

Bazıları yazılarını ünlü bir söz ile, bazıları bir şiir ile, bazıları ise Serdar Ortaç elinden çıkma şarkı sözleriyle bitirebilirler. Ben kocaman kocaman neyssselerle bitiririm. Bazen yazarım, bazen yazmam, ama oradadır o neyseler. O yüzden nihilist narsist karışımı ergen triplere girmeyip her şeyi başa alabilirim belki. Hem ne gereği var sert olaylara girmenin? Hepimiz bir sürü gereksiz şey yapmıyor muyuz bir gün içinde? Doğru-yanlış değil, gerçek-yalan ayrımını yapmak lazım. Belki başa alamam, bilemem. Klişe bir cümle de yazarım: kendimizi kandırmayalım. Hayat sizin. Keyfini çıkarın. Ama Adem o elmayı tek başına bitiremezdi.

Çarşamba, Eylül 02, 2009

Gün Sonu İşlemleri

Ne var lan it? Neye baktın birader? Ne var? İşte bunlar bir yazıya başlamak için pek güzel sözler değiller. Ben de bazen kendimi bir yazıya başlamak için yeterince yakışıklı hissetmiyorum. Bazen yazmaya başlasam bile yazıya başlayamıyorum. STOP. Ne vardı? Biraz daha mı kibar oluyoruz ne? Afedersiniz, ateşiniz var mı acaba? Evet var, 39 derece. Üç gündür yatıyorum vallahi. Hahahahay! Hukuk devletinde mi yaşıyoruz ayol? Ne çok soru işareti var böyle! Soru işareti sayfada değil, bizim kafalarımızda. Gündüz mü düşer ağaçlardan elmalar? I ıh..

Geçen gün bir kelime öğrendim. Efendim? Yok, size demedim. Geçen öğrendiğim kelime “müşkülpesent”. Ne o, bilmiyor musunuz? Nesillerdir her akşam yemeğinde bu kelimeyi kullanan aileler var. Hatta cümle içinde bile kullanacak kadar müşkülpesent bir insanım. Benim kuzenimin müşkülpesenti var. Ben müşkülpesenti seviyorum. Başka şeyleri de seviyorum. Mesela lobutlar. Bana her zaman dövmek isteyeceğim tipleri hatırlatıyorlar. Sana hatırlatmıyorlar mı? Senli benli olduk hemen. Afedersiniz, size hatırlatmıyorlar mı? Hatırlatmaz olurlar mı! Hatırla hatırla bir hal oldum azizim! Zat-ı alinizden ricam olacak. Bir kere verir misiniz? Lütfen bu bahsi kapatalım kuzum. Filhakika çok güzel bir bluzunuz var. Ay ben gülerim!

Bir peri gördüm galiba. Evet evet, bir peri bu. Hayır bir kuş. Bir uçak? Süpermen mi? Bence Yıldo. Bir Yıldo vardı. Ne oldu ona hakikaten, filhakika, müşkülpesentçe? Benim bir arkadaşım çok müşkülpesenttir. Müşkül peasant? What the fuck? Ne oluyoruz? Hatta ne var lan it? Orman kibarıyım ben. Ayrıca çok müşkülpesentim. Güzel, çirkin ararım. Gönlüm pek eğlenmez. Gönül bu, kafese de konar, daldan da uçar. Sonra da gelip sana kaçar. Terbiyesizleşme. Öyle demedim. Hem neden bu? Tek kişiydim ben. Bekle bekle bir hal olmuş bu peri de… Ne birikmiş içinde garibimin. Ciğerleri tozlanmış hatunun. Pardon, bir kere verir misiniz? Vallahi olmaz. Oh shit o zaman. Ama oh mein gott ayrıca. Ne biçim insansın sen Yıldo? Kafama armut düştü ve mal olduğumu buldum. İyi bok yemiş miyim? İyi saatte bok yesinlerden miyim yoksa? Peri değilim. Peri sağ omuzumda şu an, kulağıma ayıp şeyler fısıldıyor. Ama hepsini buraya yazamam. Bana da kalsın şekerim. Hahahahay! Sır tutulan bir ülkede mi yaşıyoruz ayol?

Söyle bakalım, çok mu kolaymış sanal satırlarda hayıflanmak? What the fuck! Tüm karakterler soğuk havada yüze çarpan rüzgarın nemlendirdiği göz kadar gerçek miymiş? Görmüyor muymuş o göz? Ne var? Kedi kesenler de var bu dünyada. Halbuki küçükken kedilerin şeytan olduğunu söylerlerdi bize. Geçen gün iki tane kedi gördüm. Ve gerçekten eğer şu dünyada tamı tamına iki tane kedi şeytan ise, kesinlikle o iki kediydi. Aynı zamanda çok müşkülpesent kedilerdi bunlar. Bakmıyorlardı. Kedi kesmesi diye bir şey vardır. Deneyin bunu. Tamam. Bir kedinin yanından geçerken onun gözlerine bakın. Ok. O da size bakacak, ve siz ortamdan uzaklaşana kadar sürekli göz göze kalacaksınız. Çok romantik değil mi? Ama keseceğiniz kediyi iyi inceleyin. Nihilist olsun biraz. Sonra umursar sizi, peşinizden koşar. Neyse aslında en başta fiili olarak bıçak vb. ile kesmekten girdim ama buraya nasıl geldim ben de anlamadım. Siz de uğraşmayın. Sen de uğraşma. İkinci kez konuştuğum birine siz diyemiyorum, afedersin. Geçen gün ikinci kez konuştuğum birine biz dedim. Üçüncü konuştuğuma ise o dedim. Ama bir kere birisinin karşısına çıkıp “memeee” diye bağırmışlığım yoktur. Siz veya sen demek lazım. Meme ne ki? Meme dalında güzeldir. Kopartmamak lazım, hayvanlaşmayın. Neyse.

Neyse dediğime göre son paragrafa girebilirim. Belki de giremem, bilemem. Ama siz siz olun, biz olmayın. Siz sizi bilin, siz sizi. Siz sizi bilmez iseniz, siktirin gidin. Çok afedersiniz, söyleyecek bir şey bulamadım. Efendim? O otobüse binip kaçacağım ben. Açacak mısın? Kola, gazoz? Evet, çok kötü espri yapıyor da olabilirim ama özümde iyiyim. Varoluşumda kötü olabilirim. Ama varoluşum özümden önce de gelse, son gülen iyi güler. Çok da güzel güler son gülen. Son gülenin dudaklarının kıvrımını çok severim. Yirim ben o son güleni, oyyyy. Şimdi hepiniz yatın zıbarın.

Yusuf Salman 03.09.09 - 01:46

Çarşamba, Ağustos 26, 2009

Time After Time, Over Again

Here I am, sitting with a cup of tea and enjoying it. No, I am not laughing at it. I wish I could.

I got off from work around 3:45, yeah, I clocked out early once again because I was bored and the other two interns were gone too. I hopped on the bus and came to Sariyer, falling asleep on my way here. I was planning to go home straight away but the smell of the sea was too tempting to not take a walk. So, despite heavy laptop on my shoulder and bag on the other, I took a walk along the Black Sea end of Bosphorus. With All That Remains blasting from my ear pieces, I was happy. I even took a couple of pictures. I was happy until...

The world we live in is so unjust. I don't even know how I feel about that. I find it hilarious in a really fucking sick way, yet I also think it's very sad. See, I believe my problem is that I have too much empathy and I can not bear to see someone suffering. And I find it funny because I want to make myself believe that it's just a temporary situation. However, not so temporary in most cases. Today after I picked up last week's copy of Uykusuz, I saw this middle-aged man trying to explain what he wanted to a cashier: he was mute and I think he had some kind of autism. It was so devastating to see someone trying so hard to fight against the barriers he has whereas we, the dumbass teenagers, are wasting our lives complaining about stupid shit. Well, I’m done with my teen years but that’s not the point. I rushed out of the store. Had I stayed there a second longer, I would have cried. But I guess I was destined to cry. I saw this girl, 15 the most, picking up plastics from a garbage can and putting it in her backpack while telling her younger brother that they should get the highest price for the plastic stuff. I literally ran away from that place; I must have looked like an idiot, with all my fancy outfits and tears. I wanted to help them somehow but I can barely save my ass from being broke, how can I possibly help those people?

It fucking sickens me that the rich gets to play and have fun and these people only get struggle. And especially the way they treat beggars on the street. Yes, some of them do nasty shit like stabbing and pickpocketing but not because they want to. They just have to. I have always stood behing my convinction that humans are essentially selfish - that's what survival requires. But there's good in people. No one really wants to hurt another human. Some murderers get labeled insane, mad, out of their minds. But honestly, aren't we all? In my beloved(!) school, some people crash their cars and buy a new one the next day. Fucking ridiculous. They deserve a kick in the balls. Anyway back to empathy... I used to be worse; at some point, I couldn't stand watching anything that had the tiniest bit of a heart-wrenching story. I've learned how to control it now... at least now I know how to feel empathy for those who deserve it. I know I'm not a good person. I'm not a bad person either. I'm just a person. Just a girl who's trying to make it through life. But sometimes, I simply wish I could be ignorant to the pain and struggle. And Istanbul doesn't make it any easier because we have so much poverty along with the greedy fucking bastards here. Variety scares me sometimes. It scares me so much. And funny thing is, no one around me seems to care.

Feels like I have this kid in me trying to stay young and my obligations want me to grow up. Maybe I grew up earlier than I should have. What I mean by growing up is being aware of your obligations. I went to Canada on my own at the age of 14 - damn, it's been 6 years. And being in foreign land on your own is very scary even though you know the language too damn well. Foster families, yeah but they don't drop you off to your school everyday. They just give you food, a place to crash and some small-talk. That's it. I've talked to a lot homeless people there because they were the only ones who understood me. They were waiting to go home, like me, wherever home was. And I was the scared kid, waiting to go to her family, crying next to a complete stranger. I wasn't afraid of them. I was afraid of being completely alone and homeless, so to speak. And now, I'm living in my own apartment, alone on a Ramadan day when I should be with my family. Trying to take steps and grow up but the kid still longs for the comfort of home. Maybe that's why Garden State always makes me cry.

Andrew Largeman: You know that point in your life when you realize the house you grew up in isn't really your home anymore? All of a sudden even though you have some place where you put your shit, that idea of home is gone.
Sam: I still feel at home in my house.
Andrew Largeman: You'll see one day when you move out it just sort of happens one day and it's gone. You feel like you can never get it back. It's like you feel homesick for a place that doesn't even exist. Maybe it's like this rite of passage, you know. You won't ever have this feeling again until you create a new idea of home for yourself, you know, for your kids, for the family you start, it's like a cycle or something. I don't know, but I miss the idea of it, you know. Maybe that's all family really is. A group of people that miss the same imaginary place.


Moving on. I know that wasn’t worth a dime, but it was worth a try.

It wasn't our time yet. The blue faded into a dark gray. Red circles crowding around the blue, he wasn't smiling. No longer. With a sigh, he asked me to leave. Leave quietly. And never come back again. I was content with his request. The only thing that tore my soul into two was the fact that it wasn't fair. To either of us. I held out my hand, maybe a last shake just for the sake of the memories we've had. His hand didn't move. I reached out, grabbed his hands and tried to rip them apart. They wouldn't move. Almost as if they were glued together. To the left, to the right, slow motions of his head, the bones grinding against each other and the joints cracking open and closing. "No", he said, "it isn't meant to be." My throat hurt. I wanted to scream at him. Where was my voice again? Gone. Non-existent. Buried in the depths of my reluctancy. He said it was a game of fate. I wouldn't call it fate per se; rather... a series of event which are very fortunate yet ironically unfortunate in some aspects. Silence. Silent screams for a few minutes. The symphony composed by the hurt, the burning tears and the emptiness. I watched his brows pinch into a frown and more bones and joints, he left. For all the seasons, for all the wrong reasons, we were done.

Yeah. I can't write shit.

That cup of tea is cold now. I'll get another cup.

Date: August 26th.
Time: I don't even know, fuck that shit.
Songs listened to: It Dwells In Me, The Prosecution, Sometimes I Just Go For It, The Exit, Crow King, Hack

Heleloyloy

Fuck this. I have no talent.

Pazartesi, Ağustos 24, 2009

Mallık

Fazla lafı dolandırmadan konuya gireyim. Daha önce de ülkemizin bazı bölgelerinde tekel bayilerinin, barların olduğu sokaklara cami tıkayıp –evet, tıkayıp- sonra gerizekalı bölge halkının da yardımıyla oraların birer birer kapatıldığını duyuyordum. Ama inanmak istemiyordum. İstemeden inanmama rağmen –e ülkenin durumu bok- herhangi bir yayın organında görmediğim için –yayınlandıysa ve benimle paylaşırsanız bu tür şeyleri sevinirim- bir şey de diyemiyordum. Ama bugün okuduğum bir haber akıllara durgunluk verecek derecede KORKUNÇ.

Olay şu: Antalya’da 40 yıldır hizmet veren bir genel ev varmış. Ve sivri zekalı bir insan gitmiş yanına cami dikmiş. Şimdi camiyi yaptıranlar, alakalı bazı kişiler ve bölge halkının bir kısmı mızmızlanmaya başlamış bile. E yavrum, oraya camiyi sen koydun! Birisi çıkmış “günah” diyor. Birisi çıkmış “tam da kıbleye yapmışlar, namaz kılarken oraya dönmek zorunda kalıyoruz, bu büyük bir ayıp” diyor. Son olarak gelinen nokta: insanlar genelevin şehir dışına taşınmasını istiyor. Kimse kusura bakmasın, beni burada arkadaşlarım, akrabalarım, sevdiğim ve saygı duyduğum büyüklerim de okuyor ama demek zorundayım: YOK EBESİNİN …I! Yeter lan! Genelevin yanına cami kuruyosun, sonra neymiş “günah”. Eğer haberde bir hata yoksa, böyle şeyler yapan, söyleyen, düşünen insanların kendi boklarında boğulmalarını diliyorum.

Evladım! İki taraftan bakınca da saçma olay! Eğer günahsa sana günah! ÇÜNKÜ SEN KOYDUN O CAMİYİ ORAYA LAN! Diğer taraftan bakınca en azından günah falan diye insanların inançlarından faydalanan bir şey çıkmıyor ortaya, tamamen somut: DAĞDAN GELDİN BAĞDAKİNİ KOVUYORSUN lan! Cami yaptırma ve destekleme derneğinin başkanı olan kişi, Hasan Hüseyin Tanrıöver, diyor ki: “Bazı insanlar şimdiden geneleve taş atmaya vs. başladı. Şimdilik kontrolden çıkmış bir durum yok ama ileride çeşitli provokasyonlar olursa çok daha büyük olaylar olur.” Ben de bu adama diyorum ki: provokasyon sensin amca! Gidip camiyi oraya koymuşsun, zaten neredeyse ülkede adam başına iki cami düşecek kadar cami var. Başka yer mi yok? Sonra uyarı adı altında tehdit savuruyorsun. Yıkarız orayı başlarına diyorsun. Haydi demiyorum de!

Sıs!

When it comes to cheer, motherfucker is a Grinch.

Do I even have anything to say? No. Not really. It's just that sometimes I get these urges to create something: I can't draw, and I can't play an instrument either. So I think: "Well, there's only writing left." I am not sure if I can do that properly but who writes properly anyway? And more importantly, who the fuck cares about being proper? I like chaos.

It feels like something is trying to claw its way outta my lower abdomen right now. If you, my lovely reader, are a female, you'll understand. As for the males, I don't know fellas, go get a sex change or something. Or if they invent one of those virtual reality machines one day, try being a lady mmmkay?

There was this dude I knew two years ago. He was cute, funny, adorable, sexy whatever the fuck. We started to talk and it was all going well until the moment where rumor began and we fell apart. I don't understand why it mattered so much to people whether we were dating or not. I wouldn't call our thing a relationship but it wasn't friendship either. Now, on a boring and painful day like this, I'm once again lurking around on Facebook. I saw he got this new girlfriend and a new job. Good for that fella, he was a nice one.

I've been talking to people about things, you know, things in general and I've realized something. These people I talk to are so afraid of being alone. Like last night, me and a friend were talking about this documentary: "Metal A Headbangers Journey." Throughout the documentary, there's a lady who keeps suggesting that metal gives fans a place to belong, it gives them a sense of belonging. Now question to be raised here is... Do we actually need a place to belong? Do we, really? My friend said we belong to the place where no one belongs. No, I shall agree to disagree. We do NOT need to belong anywhere, any movement or any fanbase. If you're listening to the music and enjoying it, then that's enough. That's all you fucking need to go on. I mean, a lot of metalheads are just blind fucking idiots who think metal is all about being a cult and they think they are so cool by just having long hair and wearing black shirts... Oh my fucking god, how fucking painfully boring is that? What matters there is the music and the feeling and the rage you manage to let out. that's all that fucking matters. So it's alright if you wear a most pop outfit to a metal show. It's alright as long as you are not bullshitting anyone and actually enjoying the creation.

For me, metal is a tiny voice in form of riffs, beats and roars and it keeps telling me to hang in there and fight. Also this tiny yet big voice provides the inspiration I need to create as well. Okay, I don't create anything worth reading but hell, it's my own way of therapy. But that doesn't mean it's only metal! How could I possibly explain this... hmm, imagine a room filled with a lot of people, all of them have distinct personalities and they are all talking to me: metal, rock, pop, jazz, blues, classical, many other genres. Yeah, that's how music is for me. A group of tiny little voices. But somehow, just because I listen to death metal, I end up getting labeled as a "hardcore metalhead" No, I am not and will never be a fucking hardcore metalhead. Those guys are simply idiotic cumdrinkers with no self confidence. They have long hair because every other metal musician does, they wear black and lots of chains and stuff because it's how a metalhead should dress. Get the fuck out, honestly, you guys are fucking ballsucking posers, and also you're all worse than Hannah Montana. Yes, I indeed wear band shirts which happen to be black somehow but I don't wear them because it's the thing to do. I wear them because those shirts are more comfortable than fancy fancy shirts and dresses. Plus, I believe if I wear them and if somehow I can get the attention of others, then it means I'm supporting one of my favorite bands. I'm supporting them by possibly recruiting a fan. I have slightly long hair, is it because I'm so metal? No. Actually, I'm the most "un-metal" gal you'll ever meet. I have my hair long because I like it that way. That's all there is to it.

Yet, still people insist listening to metal requires some kind of brotherhood. Fuck your pretentious brotherhood to your beloved hell. I don't need to belong to your stupid group. I will not conform to your biased point of view.

G'day to y'all mates, I'm out. Time for some coffee.

Kontiseptik

Deneme, 1, 2,... Çok da güzel olurdu aslında, değil mi sevgili okur? Bak, yazının ortasından başlayınca bir şey anlamıyorsun. Aslında çok gariptir bu konuya Avrupadaki insanların bakışı. Tamam tamam, fazla üstüne gelmeyeceğim. Ama sen de olsan o pozisyonda kaleye vururdun bence.

Saat 6'da uyandım bugün. Yani aslında saat 9'da uyanmış oluyorum zihinsel olarak. Ama yine içimde bir şeyler uyuyordur, belki uyumuyordur, bilemem. Bildiğim tek bir şey var, o da Adil Korkmaz'ın suçlu olduğu. Adil Korkmaz kim dersen, biraz önce uydurdum. Herhangi bir isim benzerliği konusunda kıvırma hakkımı saklı tutarım, kilitler ve anahtarını yutarım. Satsan beni, ne kadar tutarım sevgili okur? Ama beni satma, çok kişi tarafından satıldım şimdiye kadar. Hatta geçen gün senin bana dediğin şeyi de yaptım. Ama cevap vermedi Jale. O değil de, sen bana neden hiç e-mail atmıyorsun? Ben e-mail almayı çok severim. Yollamayı pek sevmem ama yine de yollarım. Onun dışında zaman zaman mail kontrol ederken uyumayı severim.

Fermuarın açık kalmış. Bence sen de barmenlerle kavga çıkarmalısın. Ama önce kırmızı bülbülü bulman lazım. Bülbülden güle geçiş yaparak bayatlatayım mı ortalığı? Neyse, ben kaçayım. Sana bol dumanlı hava sahaları diliyorum, ve bol eğimli kıta sahanlıkları!

Cuma, Ağustos 21, 2009

Take all your knowledge and stick it up your arse. Fucking know-it-alls.

Çarşamba, Ağustos 19, 2009

Mind Gone Wrong

I really didn't want to ruin the beatiful post count "69" but what the heck.

I don't even know what I'm going to say. There's something inside I have to let out and the best place is here.

Facebook keeps pressuring into learning which Englih word I am, but I really don't want to know. So back the fuck off, Facebook, leave me alone.

Whatever, folks, problem solved.

I feel invisible.

I don't give a fucking crap if you think I'm filling this place with useless shit.

Good night.

Pazartesi, Ağustos 17, 2009

Nails On The Wall, Neil On My Mind

The house belonged to my grandparents. It was to be demolished soon with those big balls; they wouldn't need any TNT because the house was made of wood: the perfect oak. The most perfect you could find that area at least. When you're a kid, you don't really pay attention to those kinda things. Only when you grow up, you notice the astounding the history that lies in between those layers of wood.

It was a nice summer day; you know, flowers and all that jazz. It was going to be the last time I saw the house before they built a new, brick-n-mortar one. Ironically, it was the first time I dared to take a peak inside. There was a man in the house, no one I knew but somehow he looked familiar. I walked up the stairs with creaks and squeaks accompanying me and walked into a room with an old bed and a closet. The man was sitting on the bed; he patted the spot next to him: "Come, sit, my child." As freaked out as I was, I decided to obey. He grabbed my face gently and told me to look in his eyes.

The rest is too blurry to tell: Doors opening to new worlds, strangers in the middle of the night, gas station stories, shadows and little strange girls...

Yes, I am an asshole.

Yes, I've lured you in and I'm leaving you right here, in the middle of my story, with yourself.

Honestly, folks, I can not tell this story. I do not possess enough power to do so. I am not that good.

However, I won't be cruel and tell you what to do next. You're going to do exactly what I say: You're going to go to the nearest bookstore, wander through the fiction section and come across a name that you'll somehow recall but won't be sure. You'll pick one of the books of this author, buy it, go home and read it. I can bet you all I have right now -which, ironically, is just 10 bucks- that you will love the book. Then you're going to sleep. And perhaps dream of a beautiful land with lots of different people in it. But there's going to be one guy who shall repeatedly appear in your dreams. Not necessarily as himself, but with his words and imagination.

Neil Gaiman.

To Chuck Or Not To Chuck

One thing Palahniuk taught me: Never trust your guts. And never go Pearl Diving.

Funny thing is, I guess the latter only applies to males. Oh well, if any of you creepy, chronic pleasure-maniacs are reading this: Don't go Pearl Diving.

It is scary. It is dangerous. And not to mention, creepy as fuck.

If you can't stop yourself from using your hand every-so-often, put on a pair of stockings and apply mascara and lipstick. Hit the town. Thin fellas will be mistaken for girls and large fellas will immediately be labeled as "drag queens" but the idea here is to step out of the boundaries of your usual routine and have a little fun with flamboyance. At the very least, it's safer than Pearl Diving, I believe.

Ladies. Don't let your men go down on you. Their mouths and tongues are their most dangerous weapons. They could actually kill you with just a tiny breath. Scary, isn't it? Stay away from extravaganzas. The normal deal should be enough, right? Right.

Or if you prefer to take an easier route... do not EVER read Palahniuk. Once you've begun, there's no going back. He'll always leave you for wanting to read more. It will be just one book at first and before you know it, you'll have read all his books.

It's best to stay untainted.

Pazartesi, Ağustos 03, 2009

YOK

Üzerimde bir kaşıntı

Sanki beynim kaşınıyor

A- bir mutluluk var üzerimde

Sanki var, sanki yok

Bir yerdeyim,

Neredeyim haberim yok

Kaybolmuşum

Bulabilene aşk olsun

...

Kendimi sorsam kendime,

Kendim yerinde yok.

Yüzüme yapışan maskeleri çıkartmaya,

Gücüm de yok,

Cesaretim de yok.

Sen yoksan,

Ben yokum.

Kimseyi görmez gözlerim.

Kimse yok.

E and P

Hücrelerim zıplıyor.

Nötronlarım kaçıp gidince,

Elektronlarım ve de Protonlarım,

Sapmışlar yörüngeden.

Elektronlarım ve protonlarım,

Ayrı yerlerde, yapışmış birbirlerine.

Bir Elektron, bir Proton.

Bir Proton, bir Elektron.

Pazartesi, Temmuz 20, 2009

Poğaça

bazısı illa ki konuşacak, bazıları ise illa ki susacak…
bir duvar dibi gerekir çoğu zaman kusacak
belki bir çalı kenarı…
bazı gözler çalar kenarlarını kelimelerin
yapyaşlı bir ağaç kovuğu gibi
derin
yine de dalgalı ve genç
hemen atlansa bile çok geç
hemenden de hemen atlanmalı ağaç kovuklarına
kopuklarından kaçarak hayatın
siz yine bu seferlik
sözlerimi gözlerle karşılamayın…

AŞK, HIRS, ÖLÜM

Bu gün de bitirken, yeni bir günün başlama heyacanı varkan insanlarda beni nedensiz bir hüzün kaplar. Tüm ihtiyaçlarımı bir yana bırakıp düşünmeye başlarım. Ne olduğumu değil, ne olacağımın tahlilini yaparım. Alacaklarımı bir tarafa bırakarak, vereceklerimin hesabı. Ne yapacağımı bulunca, sonuna kadar kendimi ona verip, onun vereceği hazza yoğunlaşmaya şimdiden alıştırırım kendimi. İşte tam da bu sırada, tüm yaptıklarımı bir kenara bırakıp, neler yapacağımı düşünerek yüksek hayallerle buluşurum. Korku falan kalmaz. İşte o zaman ki öyle bir yerdeyimdir ki ortada sır kalmaz. Orada acı olmaz. Kötülük de iyilik de olmaz. Geriye sadece bakış açısı kalır. Bakış açıları ise o kadar çok ve yoğun olur ki insan işte ondan büyük bir keyif alır. En zirveye çıktığın öyle bir an daha vardır ki o anda sen en yücesindir. Haykırırsın! İşte orada buluşmak dileğiyle yaşamaktan ibaret olan hayatım, daha sonra ne idüğü belirsiz bir duygunun içine düşer. Sırada aşk varsa, işte o zaman hayata küser. Ne yapacağını şaşırır ki insanlardaki hırsın nedeni bence bizzat budur. Kendini kaybetmiş, ne yapacağını bilmeyen insanlar artık daha fazla dayanamayıp son sürat koşarlar. Nereye olduğunun aslında kesinlikle önemi olmadan, bir yerlere varmaya çalışırlar. İstediğini bulamayanların haklı refleksidir hırs, işte böyle bir şaşkınlıkta ortaya çıkan. Bununla bitse seviyeler iyi yine. Neler var neler! Seviyesiz seviyeler kısmı var. Seviyeli seviyesizler kısmı var. Uzayan giden, bitmez rütbeler var. Ölene kadar bitmeyen bu rütbeler aslında insanları hayatta tutmak içindir. Sürekli koşan bir insan, yolun sonunu bulduğunda kıyamet kopar. Yaşama dair bir amacı kalmamış bir insan elbet yaşamak istemeyecektir. Ölünce ulaşılan rütbe aslında tüm insanlarda aynıdır; ÖLÜ. Yani herkes ölüme koşar, tüm aracılardan geçerek. Aşk’tan da.

Pazartesi, Temmuz 13, 2009

Diş Taşı

İster istemez. Kafama gelen düşünceler. Kaçmaktan çok üstüne gidilmeyi seven yüksek, alçak hayaller. Bacaklarımda yürüyen yetişkin karıncalar. Bende insanım. Dünya hayatının bitmez telaşı. Betonda ayak izleri. Duvar yazıları, anlamsız. Öylesine. Kirli. Ben hep böyleydim. Sonradan böyle oldum. Akciğerim acıyor. İlahi nesefini bekliyor. Mahfoluyor. Ağlıyor. Yine de devam ediyor. Herkesten kaçıyor. Koşuyor. Bilmiyor. Sonra arkasına yaslanıyor. Zaruri ihtiyaç sabihi olmuş. Onları karşılıyor.
..
Devam ediyor. Aynı şekilde. Tekrar, tekrar. Elindekini unutuyor. Bir tane daha alıyor. Kullanıyor. Atılıyor. Problem değil öyle de kullanıyor. Kurallara uymak mı? Onun üzerinde çalışıyor. O öyle olmaz işte. O da idrak ediyor. Ama nafile. Gelen gidiyor. Temizlik yapılıyor. Temizlik yapıyor. Sonra yavaş yavaş uykuya dalıyor. Öyle istiyor. Çekip uzatıyor ayaklarını. Bilmem. Evet. Soru soranlar cevap bekliyor. Tamemen teşekkür ediyor. Thank you for the great pleasure.

Cumartesi, Temmuz 11, 2009

Benim Hepiniz, Ne Fark Eder?

Topluyorum eşyalarımı.
Yine gidiyorum.
Rüya mı? Görmüyorum.
Ağlamak mı? Bilmiyorum.
Gurbet, özlem. Onlar da ne?

Taşlaşmış kalbim,
Bunları bilmez benim.
Bir tek aşka yer bırakmıştım.
O da kapanıyor şimdi.
Bakalım yer kalacak mı?

Aslında niyetim,
Yarısını taşlaştırmaktı kalbimin.
Hatta tam değil. Biliniz.
Şu günlerde sıkıntı yok.
Beklerim gelin hepiniz.

Ya işte,
Baktınız tekrar sıkıntı var burada,
Benim yanımda sıkıntı var.
Gidersiniz.
Başka kucaklara.

Kalanlarınız olur yine de belki.
Oluyor çünkü bazen.
O zaman daha güzel günlere
Hep birlikte,
Onlarla gideriz.

İmkansız

Evet başlıyorum. Sıkıldım aslında. Bak neler fark ettim neler.. Mesela çok mutsuzken, bir anda mutlu olduğum o eşsiz anda yazdığımı. O eşsiz anın sadece bu muhtakbel amaca hizmet ettiğini. Daha neler neler söylenebileceğini. Ama o kadar hızlı olamayacağım için gözlerime bakılması gerektiğini. İşte bu sebeple, insanların gözlerine bakmanın aslında ayıp olmasının bana çok saçma geldiğini.. Madem iletişim, madem anlaşılmak istiyorum, o zaman insanlar baksın gözlerimin içine. Tüm çıplaklığıyla, okusunlar düşüncelerimi. Söylediklerimi naklen duysunlar. Aşkı mı da nefretimi de görsünler. Sonra gerekeni hep birlikte yaşayagörelim. Bakalım bakalım.

Her ne olursa olsun. Ne olur, ölelim. Öldürün bizleri lütfen, sonra daha güzel bir dünya’ya sahip olmak umuduyla. Çalın, çırpın. Benim neden yok! Sıkıldım ben aslında. Ama bu saatten sonra, göstermem bile. Gelip geçici uğraşlarla kendimi avuturum. Tamamen çözümü kim kaybetmiş ki ben bulayım. Yapacak hiç bir uğraş bulamasam bile avunmak için, bu kez de uçmaya çalışırım belki de pencereden aşağıya atlamak suretiyle. Uçabilirsem ne mutlu, uçamazsam da iş kazasıJ Problem değil. Sıkıntı yok yani.

İnsanlar, bize garip gelenlere ne de tuhaf gözlerle bakarız. Evet doğru aslında. Her zaman her istediğimizi de yapamayız. Anamız, babamız var. Diğer yaratıklar var. Devlet var. Maliye var. Kanun var. Bir de yukarda Allah var. Doğru. İşte bu yüzden kendimi öyle bir biçime sokarız ki. Patlamaya hazır bomba gibi. İşte o zaman da kimse kimseye yaklaşamaz. Korkar insanlar, yanıbaşındakinden kötülük görmekten. Üzülmekten. İşte demek ki bu yüzden benim düşündüğüm teori; insanların yarısı mutluyken, diğer yarısı mutsuzdur. İşte bu yüzden imkansızdır mükemmelliğe ulaşmak.

Bir söz vardır; ağacın en tepesine çıkmak için yıldızları hedef almak gerekir. Hani. O zaman hiç ulaşamayız hedefimize. Burdan çıkacak sonuç için bence çok basit; aslında kimse hedeflerine ulaşamaz. En azından, tam manasıyla. O yüzden herkes daha büyük hedefler koyar. O zaman kimse mutlu olmaz. Çelişki var burada dostum. Hayatın her anında iki gaye öğretilmiştir biz zavallılara. Başarıya ulaşmak, mutlu olmak. İmkansız! Bence, bu imkansız. Başarıya ulaşarak mutlu olmak.

Amacımıza ulaşmak da öyle. Bence. Mutlu olmak da. Başarıya ulaşmak da. Ayrı ayrı, onlar da imkansız. Bölük pörçük. Manasız. Haklısın kardeşim. Mecburuz ama yaşamaya. Bize öğretilene göre, yaşamayı da biz istemişiz. Doğru ya da yalnış değil. Kesinlikle kesin değil. Mecburuz sanki yaşamaya..

Çarşamba, Temmuz 08, 2009

Güzel bir Sabah! Acaba!!?

Kendimi özgür hissediyorum. Burada. Bu hengame ve hırsın içinde burası benim cennetim. Dünyadaki. Şimdilik mutluyum aslında ben yalnızca burada, bir de kardeşimin yanında. O kendini biliyor. Sevgilivaridir o. Selam olsun.

İşte bu yüzden planlarımızı yürürlüğümüze koyduk. Beynimizden ziyade kalbimize uyduk. Düşünmeden oturduk. Mehtaba dalmıştım ki. İşte o anda buldum kendimi. Kendi kendimi. Uzun zamandır aradığım benliği. Olmasa da olmuştu bana olan zaten yerini bulmuştu. Güneş ışığı ve sıcağının altında bir nebze esinti olmuştu kalbime. Hamallığımı, yıpranan belki de bedenimi sulayan gül suyu kıvamında gülücükler, buseler kondurmuştu. Kendime olağan çoğunlukla, yumrukla soldurmuştu aslında. Garip değil mi aslında. Anlaşılmayanlar ne kadar da garip. Farklı olmak acı verir. Katlanırsan mutluluk. İşte burada, tam burada tüm farklar biter. Başlar aslında tek gerçek, hepimiz "Bir"iz. Bir'e gideriz. Farklı değiliz. Kesinlikle emin olun, öldüremesek de nefsimizi. Aynıyız!

Sarı bir gün başlıyor. Kuşlar dışarıda. İnsanlar gibi onlar da kahvaltı aranıyor. Ne güzel sabahlar görmüş olanlar bilmiyorlar ki bugün nice mutluların tek güzel sabahı oluyor. Şuan gerçekleşiyor. İnatla. Tüm önyargılara. Aşklar doğacak bugün. Yuvalar yıkılacak. Aşıklar ayrılacak. Çocuklar ağlayacak. Mutlu olan da olacak. Mutsuzlar da olacak. Bugün yine tüm sıradanlığıyla aslında olağanüstü bir halde başladı. Tıpkı yeniden doğan güneşin defalarca tekrar ettiği gibi. Bugünü de..

İnsanlar hep duymak istediklerimi duymak isterler. Acaba! Evet. İnsanlar hep böyle mutlu olabilirler. Çelişki! İnsanlar her zaman mutlu olabilirler. Acaba! İnsanlar bilmecenin içinde bilmece çözdürülenlerdir. Evet. İşte ben buna inanıyorum. Kim ne derse çıksın desin. Umurumda mı? Değil! Ben isteğimi yaptığım misali, istediğime inanırım. En azından inandım. Kesin olmamakla birlikte. İhtiyacımı karşıladım. Evet! Bu günün başlangıcı bana güzel gelmişti.

Zaten ben ya ölecektim. Ya da yazacaktım..

TANRI YAZSIN…




Yaz dedi… Evet yaz… Ne olup bittiyse aynısını…Gidip ilk iş bir kalem alıp: Yazdırdım bende hakim bey…Okumam yazmam yoktur benim.Babamgil elimden tutup ilkokula götürdüklerinde her şeyim tamammış gibi bir tek kalemim noksandı ilk derste.Öğretmen azarlayıp atmıştı dışarı.Bazen denk gelirdi öyle her sene gelen hocalar içinde öylesi.Ters davranırlardı bazen çocuklara,Biran önce dertsiz tasasız bitirip mecburi görevlerini bir şehir merkezine kapak atmaktı dertleri.Gazeteleri,mektupları okuyan talebeleri izleye izleye kahvehane de hasattan sonraları birkaç harf tanıdım.Adımı yazmasını da öğrendim Allah’ıma bin şükür.Her neyse hakim bey sadede geleyim,yaş kemale erip de köyde kuraklık başlayınca dara düştü bütün köy.Köyün bir çok genci gibi bende aldım azığımı düştüm şehir yoluna.Sözde şehirde çalışıp para biriktirip kazandığımla da Almanya’ya işçi gideceğim.Orda da köşeyi dönüp bütün sülaleyi kurtaracağım.Okul okumamış da olsam güvenirler zekama,çalışkanlığıma…Haydarpaşa’da ilk trenden inmemle elimdeki adrese doğru yola koyuldum.Bir kaç sene evvelsi benim emmioğlu bacımla evlendiydi de ardından İstanbul’a yerleştiydiler.Emmioğlunun bir tanıdığı kahyalık yapıyormuş dolmuşlara,işe aldıracak beni.Aksiliğin başı orda nüksetti adresin yazılı olduğu kağıdı bir gence uzattım buradaki adrese gideceğimi söyledim.Beni vapura bindirip Kasımpaşa diye bir yere gönderdi.Oysa Gebze’deymiş bizim emmioğluyla bacım.Nerden bilecez cehalet işte.Kağıtta Kasımpaşa yazıyor sanıyorum,güvendim pezevenge.Afedersin hakim bey.Ağzımdan kaçtı.İstanbul’un büyüsü gözümüzü boyamış.Denize kuşlara köprülere bakmaktan içinde param pulum yolluğum olan çanta kaybolup gitmiş gözden.Deli gibi kalabalıklarda onu aradım durdum.Bulamadım haliyle.Yanlız beş parasız kaldınmıydı bunca kalabalığın içinde düşene birde sen vur misali basıyorlar tepene.Can ağrısı sanma ciğer paralanıyor.Kocaman kalabalık bir caddede dükkan dükkan iş sora sora gittim.Sonunda bir çorbacıda bulaşıkçı aldılar beni.Gece sabaha kadar.Sabah da akşama kadar eve diye yalandan çıkıp parklarda yattım bir hafta.Haftalığımı alır almaz da arazi oldum ordan.Ayıp olmamıştır yok yok.Zaten vaat ettiklerinin altında verdiler haftalığı.Aşçıbaşı da bunu hiç gözüm tutmadı diye fitliyordu patronu ben gördüm kaç kere.Sıkı sıkı tuttuğum kağıt parçasındaki adresi bir polise sorayım dedim.Devletin memurundan başka kime güveneceksin.O da ne işin var bu adreste,nerden geldin,nereye gidersin,kimsin nesin?diye sorguya çekmeye başlayınca korktum.Ne de olsa kafa kağıdımı da yitirmiştim çantanın içinde.İçimden üç Kulfallah bir Elham okuyum demeye kalmadı ‘’kimliğini göreyim’’dedi.Oysa belki panikleyip duaya dalmasam içimden sorduklarına düzgünce cevap versem hiç tutmayacak beni orda.Salacak gideceğim.Derken nezarethane derlermiş oraya.Böyle soğuk,bomboş ve rutubetli bir oda.Sabahına hakim karşısına çıkardılar beni.Hakim ‘’Şu tipe bak,şu tipe bak!’’diye bağırmaya başladı.’’Demek uyuşturucu satıp insanların canına kast ediyorsun!’’Töbe haşa hakim bey benim meselem kimliksizlik,kimliğim çalındı.Korkudan ağlamaya başladım.Bir çok uyuşturucu davası olduğundan beni de onlarla karıştırmış olacak ki günlük rutin fırçasını benim gibi suçsuz bir garibe attı.Canı sağolsun büyüktür devlettir sesimiz çıkmaz.Gereken yapıldı ve ben orda iki şey öğrendim hakim bey.Bir kimliğini asla kaybetmeyeceksin,iki uyuşturucu satmayacaksın...Yaradanın hikmeti işte.İyi ders oldu bana.Karakoldan çıkınca yürüdüm boylu boyunca koca şehirde.O kalabalıktan korkan ben,daha korkunç bir olayı atlatmıştım,artık kalabalıklar vız gelirdi onun yanında.Velhasıl bindim Eminönü’nden vapura ordan Haydarpaşa.Göz gezdirdim şöyle bir.Gözüm bir şey arar oldu.Heyecanlanıyordum artık eş dost akraba bir sıcaklığa muhtaç olduğumdan günlerdir bacımın emmoğlumun yanına gitmeye sabırsızlanıyordum.Atladım trene buldum sora sora adresi.Kapıda krallar gibi karşıladılar beni.İçeri bir girmemle gözlerimde şimşekler çaktı.Karşımda bana Haydarpaşa’da adresi yanlış veren adam ve hemen yanında da çantam.Adam beni sınamak için bir eşek şakası yapmış.Şansa sorduğum adresi görünce emmoğlunun daha önce bahsettiği kişinin ben olduğumu tahmin etmiş sözde,tiplerimizi de benzetince odur deyip bir katakulli düşünmüş o sıra.Çalıştığım yerden tut,karakol olayına kadar gözü üstümdeymiş,çantamı da o yürütmüş.Eee tabi ben bunları o an düşünüp akıl edecek kadar sakin değilim.Gelmemle aksiliklerin üst üste binmesi bende biraz sinir yaptı.Vay adi alçak hırsız,dolandırıcı köpek diyerekten hakim bey.Atladım adamın üstüne.Elime geçirdiğim ilk şeyi vurdum adamın başına.Cam bir kavanozmuş sonra kendime gelince söylediler.Adamı hastaneye götürdüler,beni de ayılınca yanına aldı emmoğlum.Olan bitenin aslını orda öğrendim.Ama mahallede olay duyulup yayılınca hastane polisi rapor tutmuş.Adam da bu serseri bu sinirle benim işime yaramaz,cezasını çeksin aklı başına gelsin deyip,baştan önce bir şikayetçi olmuş daha sonra şikayetini geri almış emmoğlunun hatrına.Bende özür dileyip arayı tazeleyince sözleştik.İyileşince adamcağız başlayacam yanında işe.Velakin hakim bey.Adamcağız da diyorum ama düşündüm taşındım hakim bey : bu hikaye de bir suçlu var ve bir tane de alınacak ders.Suçlu kalemimin yokluğuna sebep herkimse,alınacak ders ise bırak insanı yaradan sınasın.İnsanın insana yaşamayı öğretmesi,sınaması zor be hakim bey.Gerek ki ruhu,bedeni ve hayatıyla baş başa kalsın insan.Olaylar bundan ibaret işte hakim bey,şikayetçi olmamasına rağmen kamuyu ilgilendirirmiş benim adamın kafasına kavanoz vurmamın.Takdir senin…Sen de benim kafama vur ödeşelim…