Alternatif bir zamanda, Japonya ve Güney Amerika'da, bilinmeyen bir şekilde sırasıyla Cehennem Geçidi ve Cennet Geçidi adı verilen alanlar oluşuyor. Bu alanların etrafında yaşayanlardan bazıları
esrarengiz güçlere sahip olmaya başlıyorlar. Bunlar da – naif bir Türkçe çeviri ile – ‘kontratçılar’, ‘bebekler’ ve ‘moratoryumlar’. Bu alanların içlerinde ve yakınlarında ne olacağı pek kestirilemediği için ve belki de Güney Amerika'daki Cennet Geçidi bilinmeyen bir şekilde kaybolarak 1500 km. çapında bir alanı da kendiyle birlikte yok ettiği için, Japonya'daki alanın etrafına yüksek duvarlar örülüyor ve içeri kimsenin girmemesi için önlemler alınıyor. Bununla birlikte bir şekilde kontratçılarla karşılaşan insanların hafızaları silinerek “kontratçı diye bir şeyin var olması şüphesine” bile mahal verilmiyor. İlk serisiyle (Kuro no Keiyakusha) genel olarak Hei etrafında dönen 25, ikinci serisi (Ryüsei no Gemini) ile ise daha çok olayların tüm dünyayı nasıl etkileyeceğiyle ilgili olan 12 bölümden oluşuyor Darker Than Black.
İlk bölümden başlayarak, bu esrarengiz alanların nasıl oluştuklarıyla ilgili bilinmezlik gittikçe büyümüyor; aksine kendinizi olaylara kaptırıp “Nasıl oluştuysa oluştu, izliyoruz işte,” deyip keyfinize bakıyorsunuz. Başkahramanımız Hei, Tokyo'ya değişim öğrencisi olarak gelmiş bir Çinli olduğunu, adının da Li olduğunu söyleyerek etrafta dolaşsa da, ne onun elinde kitaplarla okula gittiğini görüyoruz, ne de Hei'nin bu numarasını yiyoruz. İkinci serisinin birinci serisiyle gerek zaman ve fiziksel kurgu açısından, gerek de tarz açısından çok benzeşmediğini de düşünürsek rahatça ikiye bölerek anlatabiliriz sanıyorum.
Kontratçılar'ın özelliği, duygularının yerini mantıklarının alması. O yüzden kendi yaşamlarını devam ettirebilmek için, çoğu zaman da buna bağlı olarak para için özel güçlerini kullanarak çeşitli örgütler adına gözlerini kırpmadan cinayet işleyebiliyorlar. Özel güçlerini kullanmalarının bedeli olarak da “kâğıt yemek”, “sigara içmek”, “saç koparmak” gibi çoğu zaman garip ve kişiye özel şeyler yapıyorlar. Örnek verirsek, herhangi bir kontratçının karşısındaki adamı düşünce gücüyle havaya kaldırmasının karşılığı olarak iki tane salyangoz yemesi onun “kontratında” var. Bu kontrat gerçekten kontrat mı, yoksa lafın gelişi mi onu da öğrenemiyoruz ama meselesi de o değil zaten. Nereden, nasıl geldikleri belli olmayan alanların oluştuğu zamanda gerçek yıldızlar da görünür olmaktan çıkmış. Bu animedeki insanlar yalnızca kontratçıları temsil eden yıldızları görebiliyorlar. Eğer bir kontratçı ölürse bir yıldız kayboluyor. Bir yıldızın titreşmesi veya normalden farklı bir tepki vermesi bir kontratçının güçlerini kullanıyor olması anlamına geliyor. Zaten kontratçılar da yıldızlarının katalog numaralarıyla anılıyorlar.
Moratoryumlar kontratçıların aksine güçlerinin kontrolünü elinde bulundurmayan varlıklar – ya da insanlar. Onların güçlerini kullanmaları karşılığında saçma veya mantıklı hiçbir bedel ödemeleri gerekmiyor. Çoğu kaynakta ‘bebek’ ve ‘kontratçı’ arası varlıklar olarak gösterilseler de, güç kontrolü dışında ikisinin arasında kalan özellikleri pek yok. En önemlisi, kontratçılar ve bebekler kadar duygusuz varlıklar değiller.
Bebekler kelimesi garip bir ifade gibi durabilir, buradaki bebek ifadesi oyuncak bebek anlamında aslında. Yani vücutları insan vücudu ama ruhları yok. Birer bilgisayar gibi programlanabiliyorlar. Çeşitli görevler verilerek, kimi zaman insan içine salınıp casus olarak kullanılarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Mantık android mantığı yani. Arada bazı bebeklerin çalışmalarında anormallikler görebiliyoruz. Yani programlarında olmayan şeyleri yapmaları, arada ufak da olsa duygu belirtileri göstermeleri bilim-kurgu dünyasının yıllardır rahat bırakmadığı “insan özellikleri kazanmaya başlayan şeyler” özlemine ve/veya korkusuna bir gönderme olabilir. Bebekler aynı zamanda kendilerine özgü maddeler üzerinden (kimisi elektrik telleri üzerinden, kimisi su üzerinden, vs.) sağa sola yolladıkları “gözlem hayaletleri”ne sahipler ve onları kullananlar tarafından bir nevi taşınabilir güvenlik kamerası görevi görüyorlar.
Arada bebekler gibi kontratçılar da çeşitli değişimler yaşayabiliyorlar. Güçlerini kaybedebiliyorlar. Hatta bazen sıradan insanların bir anda güç kazandığı da görülüyor. Bunların nedenleri de belli değil.
PANDORA adındaki kuruluş, ülkedeki polis gücünün bile üzerinde yetkiye sahip olan, araştırma kurumu-güvenlik şirketi karışımı bir organizasyon. Polis ve genel olarak devlet duvarla çevrili alanın dışındaki kontratçıları avlarken, Pandora kimsenin içeri girmemesini garanti etmeye çalışıp, bir yandan da olan biteni anlamaya çalışan görevlilerle dolu.
Burada araya girerek Darker Than Black'in ara ara Hollywood filmi havasına bürünmesinin rahatsızlık verme ihtimalinin altını çizmeliyim. Büyük bütçeleri ve sağlam oturttukları film klişeleriyle Amerikan sinemasının özellikle aksiyon dalında tüm dünyayı büyülemesi de çok normal aslında. Zira bu animede de sürekli “CIA'den gelmişler hocam, hesap soruyorlar,” veya “Sen de mi MI6'tensin, hiç sevmem,” gibi ifadeler bol bol havada uçuşuyor. Arada Amerika'nın günümüzde süper güç olmasıyla ilgili göndermeler ve tepkiler de olsa da, Uzakdoğu'nun tüm müthiş atılımlara rağmen hâlâ Batı karşısında bir eziklik hissediyor olduğu gözden kaçmıyor.
Misaki Kirihara, Dış İşleri Bakanlığı’nın kontratçılarla ilgilenen bölüm şeflerinden bir tanesi. Ama biz onu çoğu zaman bir yönetici veya diplomat olarak değil, bir polis olarak izliyoruz. Her olaya bizzat katılmaya çalışıyor ve günden güne daha da merak ettiği BK-201 kodlu kontratçının (asıl adının Hei olduğu sonradan öğrenilecek ama izleyiciler olarak en baştan biliyoruz) peşinde koşuyor. Bir yandan da tesadüfî bir şekilde karşılaştığını düşündüğü Li'ye karşı bir şeyler hissetmeye başlıyor. Her iki sezonda da gerçekleri öğrenmek adına inisiyatif alan, karmaşık meselelere dalmaktan korkmayan Misaki, genel olarak dünyada olan esrarengiz olaylar ve kontratçılar hakkındaki bilgi ve duygularını sürekli tazeleyecek ve olduğu yerde kafası karışabilecek kadar karmaşık ve hareketli bir karakter olsa da, bunu kaldırabilecek kadar güçlü bir kişiliği var. Güç sahibi kadın karakter imajının temsilcisi olmaktan da öte, en azından bu animenin evreninde duygusal manada oldukça gerçekçi bir karakter.
Hei sahip olduğu misyon ve kişilik olarak diğerlerinden ayrılan bir kontratçı. Bunun sebebini ilerleyen bölümlerde, özellikle son birkaç bölümde öğreniyoruz. Duygusuz olan diğer kontratçıların aksine, Hei duygusal bakımdan sıradan insan ve kontratçı arasında bir yerlerde kalıyor. İlk bölümden itibaren karşımıza çıkan görevi ise kendisine bildirilen kontratçıları öldürmek. Diğerleri arasında “Siyah Ölüm Tanrısı”, “Siyah Kontratçı” gibi isimlerle anılan Hei, masum insan Li rolü yapmadığı zamanlarda simsiyah giyinip bir de maske takarak diğer kontratçıların boynuna uzaktan tel dolamak, onları elektrikle öldürmek gibi şeyleri hobi edinmiş olmasa da, hayatını devam ettirebilmek için bunları yapmak zorunda. Bir yandan hakkında ilerideki bölümler sayesinde birazcık bilgi sahibi olmaya başlayacağımız bir organizasyondan emir alıp hayatını devam ettiren Hei, diğer yandan da yıllar önce kaybettiği kız kardeşini arıyor. Birçok görevini birlikte çalıştığı kontratçı bir kedi (evet, kedi), normal bir insan ve Yin adında gözleri görmeyen bir bebek ile gerçekleştiriyor. Daha sonra bu grubun profesyonel ilişkisi daha duygusal boyutlara taşınıyor. Özellikle Yin'in, Hei'nin hikâye boyunca sıradan insan – kontratçı arasında gidip gelmelerinde büyük etkisi olacak.
Yin başlangıçta pek de önemli olmayan bir bebek olarak sunuluyor sanki. Ama hikâyedeki diğer çoğu bebeğin aksine taşınabilir bir bilgisayardan çok, bir takım üyesi olarak görüldüğünü kısa zamanda fark ediyoruz. Ki Hei her ne kadar bebeklerin ruhsuz bedenler olduğunu herkesten iyi bilse de, onun Yin'e karşı bazı hisler beslediğini belli belirsiz de olsa görüyoruz. Biraz önce bahsettiğim “bebeklerde ortaya çıkan” anormalliklerin olaylarda en etkili örneklerini de Yin'de görebiliyoruz. Eğer bu anime tamamen bir bebeğin bakış açısıyla çekilseydi Yin başkarakter olabilirdi. Ama bu şekliyle onu daha çok ilk seride Hei'yi etkileyen, ikinci seride de dünyayı etkileyen yardımcı bir karakter olarak görüyoruz. Bu animenin ilk serisinin genel hikâyesi geçmişte ne olduğundan ziyade ileride ne olacağına, ya da geçmişin çözülmesi için şimdiki zamanda ve gelecekte ne yapıldığına/yapılacağına endeksli gibi gözükse de, makro düzeyde olaylar ilerledikçe Hei açısından daha çok geçmişe doğru bir yolculukla baş başa kalıyoruz. İlk bölümler ne olduğu belli olmayan, pek de bir şey açıklanmayan bölümler gibi gözükerek yeni başlayan birine biraz sıkıcı gelebilecek gibi olsa da, birkaç bölüm sonra iyi düşünülmüş bir aksiyonun ortasında kalıyoruz. 90'ların başlarından beri aralarında Ghost in the Shell, Cowboy Bebop gibi oldukça popüler ve başarılı olanların da bulunduğu birçok önemli yapıtın müzikleriyle
ilgilenen Yoko Kanno, Darker Than Black'in de soundtrackini bestelemiş. Tensai Okamura tarafından düzenlenen anime ilk olarak 2007 yılının ortalarında yayınlanmaya başlarken, birkaç ay sonra Monthly
Asuka'da yayınlanmaya başlayan manga da bu anime serisinden uyarlanmış. Daha da sonra, animenin karakterlerini oluşturan asıl insan olan Yuji Iwahara tarafından Darker Than Black adıyla piyasaya sürülen manga ise animelerdeki olaylardan bir yıl sonrasını konu alıyor.
Animenin 2009'un sonlarında başlayan ikinci serisi Misaki'nin bahsettiğim “karmaşık olaylara” iyice girmeye başladığı, artık dünya insanları için kontratçıların bir söylenti olmaktan çıktıkları bir zamanda, yani ilk serinin bitiş noktasından iki-üç yıl sonrasında gerçekleşiyor. Hikâyeye hafıza silme aletini icat eden Profesör Pavlichenko ve oğlu Shion da giriyor. Zaten olaylara profesörün kızı Suou'nun hafızasında kalmış olaylarla başlıyoruz. Bu olaylardan birinde profesör çocuklarıyla oturuyorken bir patlama oluyor ve Shion bir kontratçı oluyor. Zaman kaybetmeden Hei'nin olaya dâhil edilmesi belki de konunun akışı açısından izleyenlere “ben Darker Than Black izlemek istemiştim ama...” dedirtmemek için yapılmış. İlk bölümlerdeki olaylardan sonra yollarına birlikte devam eden Suou ve Hei'nin kontratçı ve normal insan arasında kalmış olmak gibi bir ortak noktaları da var. Zaten ilk seride ekip arkadaşlarıyla Hei'nin arasında gelişen arkadaşlığı bu ikili arasında da görüyoruz. Bu seride olaylar Shion-Suou ilişkisinin incelenmesi, Suou'nun hafızasının derinliklerindeki anlamlar ve gerçeklikler bazında incelenip olay daha sonra ilk serideki karakterlere de bağlanıyor.
İlk seri ile karşılaştırıldığında daha az aksiyon içeren, daha “karakter odaklı” ve acıklı olan bu ikinci bölüm olayların Hei'nin tekelinden çıkması ve aslında Hei'nin de eski karizmasını kaybettiğinin düşünülmesi gibi sebeplerle birçok izleyici tarafından ilk seri kadar beğenilmiyor. Yine de, daha kısa da olsa, ikinci serinin birinci seriden daha derin ve akıllıca düşünülmüş, daha sağlam ve tabiri caiz ise “gaz” müziklerle desteklenmiş olduğunu söyleyebilirim kendi adıma. Ki aslında zaten mükemmele yakın olan ilk seri müziklerinden bile daha iyi olan ikinci seri müzikleri herkesin aradığı o aşırı aksiyonlu ortamı bir nebze olsun geri getiriyor. Zaten ikinci serinin son bölümlerinde o aksiyonu olmasa da, hikâyenin o orijinal gerilimini tekrardan gözlerimizle de görüyoruz.
Darker Than Black'in belki de tek “kötü gibi gözüken yönü” ise bölümlerinin kendi aralarında çok kopuk durması. Bunun sebebi de, diyebiliriz ki, Darker Than Black'in uzun soluklu animelerde alıştığımız gibi bir yapısının olmaması. Yani her küçük parçada yeni bir gelişme sağlayıp, bir problemin çözümüne daha ulaşarak ilerleyemiyoruz olayların içinde. “Yeterli” sayıda bölüme sahip bir anime olarak, Darker Than Black bize bu çözümleri arada sırada vermeyi tercih etmiş. Bu yüzden tahminimce ilk seriyi de sevmeyenler büyük oranda, kendilerince haklı olarak, seriyi bitirmeye sabredemeyenler olmuşlardır. İkinci seride böyle bir kopukluk yok ama “sabırsız insanlar için maalesef” bu kopukluk sorunu, eğer buna bir sorun denilebilirse, her şeyin sona yığılmasıyla çözülüyor.
Özellikle aksiyon türünün müdavimleri tarafından başından kalkmadan izlenebilecek anime, en azından izleyenlerden aldığım yorumlardan yola çıkarsam, türe çok da bayılmayan kesim tarafından ara ara izlenebilecek oldukça lezzetli bir çerez görevi görüyor. Senaryosu her yaştan insanın ilgisini çekebilecek bir yapım ve birkaç kez söylediğim gibi, müzikleri mükemmel. Tek cümle ile tarif edersem: kendinizi SWAT oynarken, takım arkadaşlarınızın bir anda yok olduğu ve karakterinizin kontrolünü kaybettiğiniz bir alternatif gerçeklikte buluyorsunuz. Keyfini çıkarın.
Yusuf Salman - Gölge, 2010 Mart sayısı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder