2 yıldır hiç arıza çıkartmadan, bozulup kaykılmadan kullandığı kalemi önemli bir sınavın ortasında bozulan Semih hayatında hiç bu kadar büyük bir hayal kırıklığına uğramamıştı. Elini kaldırdı, yanına gelen gözetmenden kalem istedi, bekledi, bekledi, bekledi ve sinirlenip çıktı. Kesinlikle, ama kesinlikle diyebilirim ki o gözetmen hayatında hiçbir zaman ya bir kalemi uzun bir süre kullanmamıştır, ya da önemli bir olay sırasında başına beklemediği çok acayip bir şey gelmemiştir. Morali bozuk ve hayâli kırık bir şekilde dışarı çıkan Semih soğuktan osuruğu kristallenmesine rağmen bir sigara yakarak ısınabileceğine inanmıştı. Saatler sonra ciğerlerine çektiği o duman onu tiril tiril titretmesine rağmen bu -kıytırık- beklentisini karşılamıyordu. Isınamadıkça bir sonraki sigarayı yaktı. Yaktıkça ısınamadı, ısınamadıkça yeniden hayal kırıklığına uğradı. Hazır abartmışken kenarda duran bir banka oturdu ve etrafı seyretmeye koyuldu. Her şey olağandı, fakat ona öyle gözükmedi. Her sabah kırmızı montuyla önünden geçip poğaçasını yiyen ufak tefek kız ilginç, önünden geçen iki çocuklu genç çift gereğinden fazla mutlu, karşıdaki sinemanın önünde oturan garip giyimli gençler ise sadece boş gözüküyorlardı o gün. Bir anda o sert soğuğa rağmen içinde bir sıcaklık, karnında bir kelebeklenme ve ruhunda garip bir ses farketti. Sabah yediği iğrenç yemeklerden dolayı motoru bozmuş olması daha büyük bir ihtimal olsa da, arkadan açılmış olduğunu gördüğü infrared ısıtıcı kafasındaki bütün soru işaretlerini sildi. Cebinden küçük bir defter ve bir de kalem çıkarttı. “Msn beyin hücrelerine zarar veriyor” cümlesini birkaç sayfa sürecek şekilde alt alta yazdı. Sonra kaç tane yazdığından emin olmak için, önce baştan, sonra sondan, sonra yine baştan başlayarak olmak üzere üç kere saymaya teşebbüs etti. Üçüncüyü tamamlayamadan arkadan yediği sıcağın da yardımıyla kenardaki ağaca da yaslanarak oracıkta uyuyakaldı.
.
.
“Haydi Semih, bunu şimdi yapmamız lazım” diyordu ses. Bu 30′lu yaşlardaki kuzeni Kadir’in sesiydi. Saatlerini ayarladılar, tam bir dakika sonra sıkıca giyinmiş ve göreve hazır bir şekilde bekliyorlardı. Helikopterle ancak dağın eteklerine yaklaşabiliyorlardı. O kadar kötü bir hava vardı ki, fırtınalar ve dik yamaçlar gece apartman boşluğunda çömelmiş ve sizin gelmenizi bekleyen dengesiz katiller gibiydi. Hatta eğer yeterince uslu bir çocuk olsaydınız, o dağın size bakan yüzünde “az önce osurdum galiba” dercesine bir gülümseme farkedebilirdiniz.
Semih ve Kadir helikopterden atladılar. Fırtınanın -dinmese bile- azıcık hafiflemesini beklerken büyük bir kaya parçasının altına sığınmaya karar verdiler. Birkaç saat orda kaldılar. O kadar gerilmişlerdi ki ağızlarını bıçak açmıyordu, tek kelime bile etmediler birbirlerine. Günün ilk ışıklarında güneş hazır yollarını aydınlatmaya başlamışken ve fırtına da -büyük ihtimalle geçici olarak- hafiflemişken tırmanmaya başladılar. En vahşi hayvanların bile yanına yaklaşmaya korkacağı, tek kelimeyle “kötü”, iki kelimeyle “kötü görünümlü” küçük bir düzlüğe çıktılar. Bulundukları yer “tam da orası” olmalıydı. Kadir ileri atılarak dikkatli olmasını söyledi Semih’e. Semih mağaranın kenarından yavaşça ileri süzülerek içeriyi izleyecek, uygun bir anı kollayıp içeri girmek için işaret verecekti. Kafasını kaşımaya çalışırken yanlışlıkla verdiği işaretle birlikte -kendisi bile ne olduğunu anlamadan- içeri girdiler. İleride bir havuz, etrafında mumlar ve şuh kahkahalar atan ucube bir kadın vardı. Arkadaşlarını havuzun içinde iple bağlı bir vaziyette tutuyordu. Mumların tamamı eridiğinde hepsi öleceklerdi. Kadir çaktırmadan uzaktan da olsa üflemeye çalıştı ama saçmalamaktan başka bir şey yapmadığını kendisi de farketmişti, kelebek etkisi falan bu mesafeden yer miydi hiç? Baktılar ki artık yapacak bir şey kalmadı, kılıçlarını çekerek kadına saldırdılar. Semih “kafaya vur abi” tarzı çığlıklar atıyor, Kadir umarsızca savaş şarkıları söylüyor; kadın ise ikisine karşı savaşını çok konuşarak ve pokemondan bahsederek veriyordu. Kısa sürede kadını etkisiz hale getirmeleri hiç de kolay olmadı. Ama sonunda “viylle” diyerek can verdi. İki cesur savaşçı ilk olarak mumları söndürdüler, arkadaşlarını havuzdan çıkartıp ipleri de çözdüler. Artık gidebilirlerdi. Semih’in kendisini eve giden uçakta bulması çok sürmedi. Yanında oturan kuzeni uyumuş, çok ses çıkartarak horluyordu. Müdahale etme gereği duymadı. İkisi de ölümden dönmüş, büyük bir aksiyon yaşamışlardı. Kuzeninin uyandıktan sonra ilk sözü: “Uçakta SMS atmak 35 kontörmüş, çok pahalı değil mi?” oldu. Semih ise ses çıkartmamakla beraber ‘kim bilir aramak ne kadardır?’ diye de düşünmedi değil. Artık zamanı gelmiş, varış noktası yaklaşmıştı. Uçak yere yumuşak bir iniş yaparak çimlerin üzerindeki seyrine bir süre devam etti. Çimlerin bittiği yerden otoyola inmeleri çok zahmetli olsa da yine de atlattılar. Üst geçide çarpan kanatlar uçağı yolda seyreden çok büyük bir otobüs haline getirmişti. Kadir acıktığını söyledi. Uçağı kenara çekip Mc Donald’s’a girmeye karar verdiler. O sırada nereden geldiklerini anlamadıkları küçük kuzenleri de yanlarındaydılar. Semih’in canı çikolata istemişti, ve zaten Mc Donald’s’ın hiçbir şeyini sevmemişti ömrü boyunca. Arabaya atlayıp başka bir yere gittiler. Garsonun büyük bir özenle peçete üzerinde getirdiği bitter çikolata bir süre sonra o kadar da hoş gözükmemeye başladı. Çünkü üzerinde saç vardı. Sadece üzerinde değil, içindeydi saç. Semih bir sa telini çekti, o çıkınca başkasını gördü, onu da çekti. Semih çekiyor, saç telleri “belirmeye” devam ediyordu. Saçlı-maçlı da olsaydı çikolataydı o, ve canı çok istiyordu. O saçları çıkartacak ve yiyecekti “o”nu. Sanki gittikçe artıyordu saçlar. Semih’in mücadele edecek gücü kalmamıştı, sinirden ve yorgunluktan yenik düşmüştü. Ağlamaya başladı, ağlamaya devam etti… Gözyaşları çikolatanın erimesine yol açıyor, elindeki kıl yumağı daha da vıcık vıcık oluyordu. Böyle bir kısır döngü içine girmişti ki…
.
.
Kendisini uyandıran güvenlik görevlisine ters ters baktı, ama sonra teşekkür etti. Bir sigara daha yaktı, ısıtmıyordu…
Ekim 31, 2008
Pazar, Ocak 04, 2009
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder