Namık, 3 boyutlu Öklid Uzayı’nda yaşayan ve İzmirli olmayan, normal bir insandır. Her normal insan gibi kalkar, okuluna gider, evine gelir. Mesleği öğrenciliktir. Yaklaşık 20 yıllık öğrencilik hayatını bir şekilde tamamlamaya da çok yakındır. Odası içinde ulaşımı sandalyenin tekerleklerinden faydalanarak sağlarken, okula gitmek için ise otobüsü kullanır. Yani kullanırdı… Şimdi o yok. Neden mi? Öldü lan, öldü işte! Çok normaldi, değişmek istedi, öldü. Kırmaya çalıştığı zincirleri boynuna dolandı, aşmaya çalıştığı çitler bir tarafına girdi. Şimdi okuyacağınız hikaye kaderin cilveleriyle ve cilvelileriyle alakalı olup, kişi ve kurumlar tamamen gerçek veya tamamen uydurmadır.
Her şey bir cuma günü ailesinin yanına gitmek istemesiyle başlamadı. Perşembe gitmek isteyip son vapuru kaçırmasıyla başladı aslında. Gayet olağan bir şekilde son zamanlarda yaptığı yegane spor son vapura yetişmek amacıyla koşmak olan Namık, bu sefer bitişi göremeden kapılar kapanmıştı. Sinirle bavulunu yere vurup, üstünde bir süre oturmaya karar verdi. Sinirle bavulunu yere vurdu ve üstünde bir süre oturdu. İskeledeki görevlinin kapıyı daha birkaç metre ötedeyken sırıtarak kapatması ona çok koymuştu. Oturduğu yerden hayatı sorgulamaya koyuldu. “Ben kimim?”,”Gauss’un annesinin mezarı nerededir?” ve “Reha Muhtar özel hayatında da böyle mi konuşuyor?” gibi her gencin başının etini yiyen, yıllarını harap eden sorularla başbaşa kaldığını farkettiğinde “Ehh, yeter artık” dedi ve evine döndü. Kendini yatağa attı, uykusu gelmiş bir şekilde zoru zoruna alarmı kurdu ve horlayarak uyumaya başladı.
Rüyasında bir el onu dürtüyor, kalkması gerektiğini anlatırcasına çeşitli şarkılar ve Lüksemburg ilahileri söylüyordu. Daha fazla dayanamayarak yatağında doğruldu ve saate baktı. Daha 6′ydı saat ama hiç de uykusu yoktu. Erken de yatmış sayılmazdı, yorgundu da… Daha fazla uyuması gerekirdi ama uyumamıştı. 7:30′da kalkması gerekirdi ama kalkmamıştı. İçindeki bu garip enerji, duvarları yıkma hırsı ve göbeğini kaşıma dürtüsüyle birleşince ortaya garip bir kombinasyon çıksa da bir şeylerin değişik olduğunun farkındaydı. Hayırdır inşallah derken yatağının tam karşısındaki dolaptan arkadaşından ödünç aldığı CD’leri almak için ayağa kalktı. Ayağa kalktı! İşte o an kendini kaybettiği an oldu. Doğrulduğu gibi 5 dakikada giyinip, lavaboya da malum sebeplerle uğrayıp, dönüşte dolaptan bir şeyler atıştırdı. Normalde bir saatini alan bu hazırlıkların 20 dakikada bittiğini farkedince olduğu yere yığıldı. Gözünün önüne Ayhan Işık bıyıklı bir adam geldi. Elinde bir yoyo tutuyor, oynadıkça daha çok oynuyor, daha çok oynadıkça Namık’ın gözleriyle onu takip etmesini istiyordu. Ona rahatlamasını söyledi. Ellerini çırpacak ve Namık artık başka birisi olacaktı. Bir süre özenle bir şeyler anlattı. Daha da özenip tekrarladı. Ellerini çırptı. Namık kalktığı gibi çantasını aldı, kendisini dışarı attı. Sabahın köründe ailesini ziyeret edemezdi. Uzun uzun ekmeyi planladığı derslerin tümüne girmeye karar verdi. Ama onun için daha önemli bir şey vardı nedense. İçini bir hoş eden bu otobüste oturarak gitme arzusu karşı konulamaz bir şekilde büyüyor, büyüyor ve büyüyordu. O an bunu gerçekleştirebilmek için her şeyini feda edebilirdi. Aklına ilk gelen şeyi yaptı. Yolun karşısına geçip aynı otobüsle ters yöne gitti ve son durağa(bir nevî ilk durağa) ulaştı. İnsanlar sanki trencilik oynuyormuşçasına uzamış, birbirlerine girmişti. Sıranın en arkasına geçti ve beklemeye başladı. İlk otobüs dolmuştu artık ve iki seçeneği vardı. Bekledi, ötekisi gelince daha önce tatmadığı o hissi tanıdı. Dandik otobüs koltuklarının popoda meydana getirdiği o uyuşukluk ve geçici garip şekil o an ona dünyanın en güzel duygusu gibi geldi; fakat dünyanın en güzel duygusunu bilmiyordu henüz. Bunu belki hayatının son anlarında yaşayacaktı.
Otobüs başlarda şaşırtıcı derecede boştu. Belki bu saatte her gün bindiği saatten daha az kişi biniyordu, belki de onun evine yakın olan duraktan geçene kadar doluyordu. Neyse ki gerçeği öğrenmesi çok uzun sürmedi. Kendi durağına gelmeden iki durak önce insanlar insan değilmişçesine itişip kakışarak içeri doluştular. Herkes yer kapma telaşı içinde hızla etrafını süzerken Namık rahat olmasa da huzur verici koltuğundan onları kesiyordu. Kendisinin her gün özendiği, kıskandığı “oturan insanlar” artık “ayaktaki insanlar” olmuşlardı ve bu onu çok mutlu ediyordu. Zahmetli de olsa daha önce yapmadığı bir şeyi yapmıştı ve mutluluğunun asıl sebebi buydu. Çoğumuzun nefret ettiği o “oturan insanlar”ın bir gün “ayaktaki insanlar” olacakları gerçeğinin sizi sevinçten havaya uçurmadığını söylemeyin bana. Kıskanç yaşam formlarıyız biz. En önde koşan olmak çoğu zaman çok hızlı koşmakla değil, önümüzdekileri çekerek arkaya atmakla mümkündür. Ama Namık bu sefer gerçekten gereksiz denecek kadar hızlı koşmuştu. Belki oturan insanlardan olmayı en çok hakeden oydu o gün. İşte tam da bu yüzden ayaktaki insanlara ezercesine, nefretle baktı tüm yolculuk boyunca. Bir yandan yaşlı bir teyze/amca binmemesi için dua etmeyi de ihmal etmedi. Ayakta gitmek belki o kadar zoruna gitmezdi ama gaz olmuştu, balon olmuştu artık. Bir amca, bir teyze iğne gibi gelirdi bu hissin üstüne. Günü mahvolurdu.
Sınıfa geçti, arkadaşlarını selamladı ve en öne oturdu. Ders başlayınca şaşkın bakışlara aldırmadan not almaya başladı. Yazıyor, parçalıyordu defteri. Abartmak gerekirse şişelerce mürekkep, ormanlarca kağıt tüketti o gün. Boş vaktinde kütüphanenin bir köşesinde çaktırmadan uyumak yerine bahçeye çıkıp etrafı seyretti, insanlar hakkında fütursuzca yorumlarda bulundu. Bir tek adı kalmıştı. Saçı-başı, duruşu ve konuşması sabah doğan çocuğa ayak uydurmuştu. Aynaya bakmaya korkuyordu. Rüyasında uçtuğunu görüp aşağı bakınca düşmeye başlaması gibi bir şeyle karşılaşmak istemiyordu. Dönüşte bir arkadaşı ana yola kadar bırakıyordu onu. Oradan evine yürürken bildiği en isyankar şarkıları mırıldanıyordu. Asî olamazdı; bir anda özenti gibi de değişemezdi. Böyle olmadı zaten, değişmedi. Kendini terk etti, gitti. Giderken yanağından bir makas alıp “adam olacan ben” dedi. Geldiğinde kendisine mi gelmişti, kendisi mi ona gelmişti, başkası mıydı ki, kim kime gelmişti ki? Ben sabahlara kadar yazsam, siz de akşamlara kadar okusanız yine de anlatamam tam olarak. Diyeceğim tek şey şudur: Namık değişmedi, ama artık değişikti. Ailesini ziyaret etmedi. Vefasızlığından değil, korkusundan. Kendini kaybetmek veya bulmak istemiyordu bir şekilde.
Günler geçtikçe bizimki üşenmiyor, her sabah farklı şeyler deniyor, çoğu zaman çok zahmet ediyor ama mutlu oluyordu. Yine günler geçtikçe kendisiyle ilgili birçok şey öğreniyor ve unutuyordu. Bir türlü güvenemediği sesiyle barışmıştı ve liseden beri gelen “abi bi grup kursak yahu” deliliğini gerçekleştirecek cesarete sahipti artık. Bu hayalini arkadaşlarının hayalleriyle de birleştirerek, onlarla birlikte daha büyük hayallere yelken açtı. Yalnız daha mutlu bir hayat sürmüyor, daha özgür fakat daha düzenli bir insan da oluyordu zamanla. Her insanın içinde olduğunu her zaman iddia ettiğim o “sanatçı ruh”la birebir oturup konuşabilen, birlikte ne yapacağını kararlaştırıp çay içebilen nadir kişilerden olmuştu kısa zamanda. Ve gittiği her yerde, yaptığı her işte aynı cümleyi tekrarlıyordu: “Kendinden farklı olamıyorsan, başkalarından farklı olamazsın ki.”
Hayatı bu kadar güzel giderken popüler olmak en son isteyeceği şeydi. O yüzden bir yandan da fazla ortalıkta gözükmemeyi, kaba tabirle daha sotede takılmayı tercih ediyordu. Bir sabah başa sarmak istedi yine. Ve erkenden kalkıp otobüsün kalktığı durağa kadar gitti. Sıraya girdi. Oturduğunda yine boş yerler olduğunu gördü. Aylar boyunca yavaş yavaş atmıştı içinde biriktirdiği başka insanları önemseme kırıntılarını. Bu sefer sadece yola bakıyor, kendince mutlu oluyor ve yine yola bakıyordu. Tanrı her şey bu kadar güzel giderken bir kıyak da kendisi yapması gerektiğini hissetmiş olacak ki…
Hafiften bir topuk sesi yaklaştı sağ taraftan. Yolcular umarsızca akın ediyordu otobüse, fakat bu topuklar kararlıydı. Sanki ne olursa olsun gidecekleri yer belliymiş gibi ekstra bir çaba göstermeden yaklaşıyorlardı. Havayı garip bir elektrik kaplamıştı. Sanki o anda orada bulunan bir insan, o anda orada yapmaması gereken bir şey yapsaydı cız olur, uf olurdu. Artık kaderin gücü mü desek, adaleti mi desek, polisi mi desek bilemiyorum. Bir şey olacaktı, olması gerekiyordu ve bunu hiçbir şey engelleyemezdi. Kalabalığı yarmaya gerek duymadan ilerleyen bu topuklar; gelmeleri gerektiği koltuğun yanına, gelmeleri gerektiği zamanda geldiler. Umursamaz bir şekilde kafasını kaldıran Namık, şimdiye kadar teknolojinin geldiği son noktayı görememiş olsa da, yaradılışın geldiği son noktada olduğunun farkına vardı. Yavaşça yanına oturan topuklar sessiz bir şekilde kitap okuyarak yolculuğa devam ettiler. O ana kadar bir insana aşık olmak için onu çok iyi tanımak gerektiğini savunan Namık için artık bu kural ve hayatın bir çok kuralı yok olmuş, onun yerini sadece ve sadece termodinamiğin ikinci kanunu almıştı. İçini kaplayan bu düzensizlik eğilimine başlangıçta anlam vermek istemedi ama eninde sonunda verecekti…
Gözleri dünyanın en görülmemiş ormanlarının, en el değmemiş ağaçların dalları rengindeydi. Ne kahverengi, ne yeşil. Tarif etmek güç işte. Canlıydı… Doğanın asıl rengiydi sanki de, bütün renkler ondan türemişti… Yüzyıllar önce görülmüş olsa bile hatırlanacak kadar gerçek, uzun süre bakılamayacak kadar parlaktılar. Burnu bir heykeltraşın taklit etmeye cesaret edemeyeceği kadar düzgün, cildi kelimenin tüm anlamlarını tüketircesine “prüzsüz”dü. Böyle bir kadın için çok hafif bir makyaj bile tanrıya hakaret sayılabilir, insanı cehennemin bir katından diğerine savurabilirdi. O güzelliğin kendisiydi. Eğer gerçekten bir güzellik tanrısı olsaydı o olurdu. Güzellik dendiğinde akla birisi gelmesi gerekiyorsa o gelmeliydi. Saçları omuzlarından hafifçe aşağı düşmüştü. Dalgalıydılar. Ama dalganın gerçek anlamıyla düşünün. Saçlarını birazcık sallaması bile alabora edebilirdi en iyi kaptanın gemisini. Düzgün ellerine yakıştırılmış güzel parmaklarından her an yıldırım saçacak gibiydi. Yanındayken ani bir hareket yapıp çarpılmaktan korkardı insan. Tanrı resmen 6 gün boyunca her şeyi yaratmış, geri kalan günde de onunla ilgilenmişti. Böyle bir kadının var olmasının amacı insanlıkla dalga geçmekti belki de. İnsan onu düşünmeye bile kıyamazdı eğer aşık olsaydı. Namık bir yandan elini ayağını koyacak yer arıyor, bir yandan da toplumca hayvanlık belirtisi olarak kabul edilen davranışlar sergilememeye çalışıyordu. Gözlerini ondan alamıyordu ama bakmamaya da çalışıyordu. Yani düşünün, otobüste, yanınızdaki insan sürekli size bakma ihtiyacı hissediyor. Ya maganda, ya deli, ya da sapıktır değil mi size göre? Yani şimdiye kadar birisi sürekli bana bakma ihtiyacı hissetmedi otobüste, hissettiyse de farketmedim. Ama böyle olsaydı ben de rahatsız olurdum bence. Namık da rahatsız olurdu. İşte bu yüzden gözlerini kapattı, uyanmaya çalıştı. Birisinin tekrar ellerini çırpması gerekiyordu ki kendine gelebilsin. Birkaç dakika sonra yandan gelen hafif bir dokunuşla ürperdi, gözlerini açtı. Gülümseyen ve elinde kitap tutan bir peri görmemişti daha önce. “Kitabınızı düşürdünüz” dedi. Kahramanımızın kulaklarından içeri dansedercesine giren o ses, kalbine inen bir yumruk halini aldıktan kısa bir süre sonra ancak “çok…” diyebildi. Bir süre öylece kaldı ve “çok teşekkür ederim” diye tamamladı. Peri tekrar gülümsedi ve önüne döndü. İşte bu son gülümsemeden sonra iyice kendini kaybeden aptal -ilk görüşte- aşık kitabın kontrolünü tekrar kaybetti. Bu sefer kendisi uzanıp aldı ama olay artık kopmuştu. İkisi de gülmemek için kendilerini zor tutuyorlarken, Namık bir yandan da rezil olma olgusuyla baş etmeye çalışıyordu. Kıpkırmızı olmuştu. Söyleyecek, yapacak bir şey yoktu; kendini kötü hisseder gibi de oldu. Dışının güzelliği içine yansımış(içinin güzelliği dışına yansımış olamazdı, çünkü hiç kimsenin içi o kadar güzel olamaz) olan kız da bunu farketti ve son bir hamleyle ciddi durmayı başardı. “Sabah erkenden kalkmaya da alışılmıyor bir türlü” şeklinde dünyanın en gereksiz yorumunu yapmış olsa da Namık için bu önemli değildi. Önemli olan; sabah kafasıyla gördüğü bu rüyada, resmen bir periyle konuşuyor olmasıydı. Neyse ki yolculuğun geri kalanı Namık’ın otobüsten sağ çıkmasına yetecek kadar kısa, onu mutlu edecek kadar da uzundu.
Yaklaşık yarım saat boyunca entelektüel veya yaşamsal derinliği sıfıra yakınsayan bir diyalog çevirdiler. Konuşacak bir şeyleri yoktu, ama konuşuyorlardı bir şekilde. Kızları neden etkilediği bilinmeyen ama yine de etkileyen özellikler vardır ya hani, işte o kendisinde de bazılarının bulunduğunu düşündüğü bu özelliklerinden bahsetmedi, çünkü güvenemiyordu kendisine. Son kez söylemek istiyorum: o kadar güzeldi ki… Ve söyledikleri Namık’ın hayatına hiçbir şey katmasa bile o kadar güzel söylüyor, o kadar güzel anlatıyordu ki… Artık konuşma da kıvamına geldiği için üzerindeki çekingenliği de atmıştı. Namık okuluna gelmeden iki durak önce indi kız. “Yarın sabah görüşmek üzere” dedi.
Adını bilmiyordu; kimdir, ne yapar farkında değildi… Yalnızca hayattan bahsetmişlerdi. İkisi de kendilerine dair hiçbir şey paylaşmamışlardı. Tanışmamışlardı, ama konuşmuşlardı. Belki tanışmazlardı, ama konuşacakları kesin gibi gözüküyordu. Çok etkilenmişti ve ne olursa olsun şansını denemek istiyordu. Kendi kendine diyaloglar kurdu kafasında. Ne yaptıysa da bu diyalogları hayattan kendisine doğru çeviremedi. Nasıl girilebilirdi konuya? “Sen kimsin, nesin?” nasıl denirdi? Kendini biraz daha kabul edilebilir gösterecek her türlü fiziksel bakımı yaptıktan sonra zaman kaybetmeden yatağa yattı. Uykusunu tamamen alıp sağlıklı bir sohbet kurmak istiyordu onunla. Kendi kafasında Peri diye adlandırdı onu. Hep “Merhaba, Peri” diye selamladı onu hayalinde. Hayal ettikçe o aklına geliyor, aklına geldikçe onu düşünüyor, düşündükçe de düşünmeye bile kıyamıyordu. Kıyamadıkça kendini garip hissedip uyuyamıyordu. Aşık olmak bu aslında… Düşünmeye bile kıyamamak… Ama bazen yapılacak şeyler kısıtlıdır. Bir taraf istemezse olay tamamen yatar. İki tarafın da aynı derecede istemesi ise teorik olarak imkansıza yakındır. O yüzdendir ki “en büyük aşklar” diye bahsedilen şeylerde bile bir çarpıklık, bir eksiklik vardır. Mükemmel aşk yoktur, aramak da saçmalıktır. Ve dünyanın en iyi, en düzgün insanı olsanız bile kendiniz olmanız fayda etmez. Hayatın kocaman olan kendisi bile taktığımız maskeler üzerine kuruluyken, hayatın önemli olsa da küçük bir kısmı bu maskelerden bağımsız düşünülemez. Neyse, Namık sabah aynı saatte kalktı, günlük sabah ritüelini yerine getirdi, saçını-sakalını mümkün olduğunca düzeltti. Bulabildiği en güzel kıyafetlerini giyip -abartmamaya çalışarak da olsa- parfümünü verimli kullanmanın hesaplarını yaptı. Yola çıkmaya hazırdı. Çıktı da… Yine ters yöne giden “aynı” otobüse bindi, yine sıra bekledi. Aynı yere oturmak için elinden geleni yaptı ve başardı. Şans getirmesi için yanında getirdiği “aynı” kitabı da elinde olmak üzere heyecanlı bir bekleyişe koyuldu. İlk duraklar geçiyor, Namık “başka” birisinin yanına gelip oturmaması için dua ediyordu. Eli-ayağı titremeye başladı heyecandan. Daha önce hiç bu kadar güçlü duygular hissetmemişti. Sakin olması gerektiğine inandırdı kendisini. Mümkün olduğunca rahat olmaya çalışırken kulaklığını takıp en alakasız, en agresif şarkıları dinlemeye başladı. Ama hâlâ yerinde duramıyordu, yapamıyordu işte. Kitabının sayfalarını anlamsızca çevirmeye başladı. Sözde okuyordu, fakat ne okuduğunu anlayabiliyor, ne de anlamasa bile en azından okuduğundan emin olabiliyordu. Kitabı da kapattı. Yola bakmak ve gözlerini kapatmak daha önce işe yaramamıştı ve şimdi bunu denemek bile çok saçma olabilir, hatta ters tepki yapabilirdi. Derin derin nefes almaya başladı. Bu biraz işe yarıyor gibiydi. En sonunda beklediği durak geldi. İnsanlar doluşmaya başladılar içeri. Ve…
Kim bilir ne oldu… Mesele o değil zaten… Hayatın tamamı nah bu kadar bir saçmalık… Bu yazının sonuna geldim de ne oldu diyorsanız da tekrarlıyorum… Değişmeyin ama değişik olun… Kendinizden farklı olamıyorsanız, başkalarından farklı olamazsınız ki…
Aralık 3, 2008
Pazar, Ocak 04, 2009
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder