Cuma, Kasım 27, 2009

Sureti, Haleti...

Bilirsiniz ki genelde başkalarının yapmasına gıcık olduğum şeyleri yapmaktan geri duramıyorum. Daha da bilirsiniz ki eleştirdiğim, tartıştığım şeylere de upuzak duramıyorum. Karşımdakiler gerçekten minicik de olsalar, küçülüp onların boyuna inmekten gocunmuyorum! Geçen gün yine kendime ve hayata gıcık olup, sanat akımı gelecekse onu da biz getiririz diyerekten bir manifesto bile yazdım. Gerekirse Lars abim gibi kendi manifestomu kıvırıp bir tarafıma bile sokabilirim işler yolunda gitmezse. Ama zaten şu an nerede işler yolunda gidiyor ki? Parayı tuvalet kağıdı gibi kullanan Dubai bile şu an sıçmak üzere, ama bu sefer gerçek kağıt kullanmak zorunda kalacaklar sanki. Tekrar gönderme yapayım çaktırmadan, anlayan anlar: Ece, bu kuyruk beni rahatsız ediyor.

Hatta çaktırayım, ben bir gün Ece’ye yazı yazamayan herkesin yazı yazamadığı üzerine bir yazı yazarak yazı yazamamaktan kısa bir süreliğine kurtulmak gibi garip bir yönteme başvurduğunu söylemiştim. Ece de o an yanında bulunan oyuncak, tüylü müylü, pofuduk timsahı eline alıp benim onun kuyruğundan rahatsız olmamla ilgili bir örnek vermişti. Sonra kedisi beni tırmalamıştı, o kimseyi tırmalamaz demesine rağmen! Bunun intikamı da alınacak Ece! Satanist örgütlerle işbirliği içerisindeyim. Neyse, kendi içimde tutarlı bir insan da değilimdir ki dışımda olayım! O yüzden o kuyruğun beni rahatsız ettiğine bir kerecik değindikten sonra saçma sapan gençlik ateşlerinden bahsedeyim. Kendimi çok severim, Ahmet, Mehmet, Ayşe beni sevmeyebilir, ama ben kendimi severim. Ve bu durum o kadar garip bir hal almaya başladı ki, kendim gibi bir insanın beni sevmesinden de mutluluk duymaya başladım. Sonra böyle bir şeyden mutluluk duymakta haklı olduğumu düşünmeye başladım ve “haklıyım tabii, ben de olsam beni çok severdim” dedim. Burada film koptu, ben ben miyim gibi saçma sapan sorular aklımı kurcalamaya başladı. Ben ben olmasam kendimi niye seveyim ey okur? İnsan kendini sever, gerisi dolaylıdır. Kendini mutlu eden, edeceğini düşündüğü insanı sever, bu da cümlenin başında değinildiği gibi kendisi içindir. Uzatmayayım…

Hiçbir şeyde mantık aramamaya başlama yolunda gayet uzun mesafeler kat ettim. Kat kat oldu o mesafeler. Ve inanır mısınız, hakikaten, inanır mısınız? Ben inanmam mesela ama konumuzla alakası yok. Ve inanır mısınız, mantığı aramadıkça o sizi buluyor! Yani etrafınızdaki insanların mantıksızlığını ne kadar kabullenebilirseniz, o kadar mantıklı bir iş yapmış oluyorsunuz diyelim de kıvıralım cümleyi. Ama bu felsefenizi insanlara anlatamıyorsunuz. İnsanlar ters köşelerle, kasıtlı mantıksal hatalarla sizin düşüncelerinizi değiştireceklerini sanıyorlar. Anlamıyorlar ki sizin de en azından basit, temel mantık öğelerini kullanabilecek bir beyniniz var… Kendi adıma konuşursam: kendimi sadece ben değiştirebilirim. Beni değiştirebilmeniz için beni anlamanız lazım, beni anlamanız için de biraz iyi niyet ve ilkokul üstü bir zekadan fazlasına ihtiyacınız yok çoğu zaman… Neyse, değişmiyorum işte, gıcık olduğumla kalıyorsunuz… Beni kuru kuruya gıcık etmek, sinirlendirmek veya üzmek sizin elinize ne geçirecek bilemem… Hani siz de bana gıcık oluyorsanız “Yusuf, bir siktir git” deyin kısaca, bir daha yüzünüze bakan benim gibi olsun! Tekrar ediyorum: bende “özellikle insan ilişkileri” çok temel düzeyde işliyor. Yani karşıma dünyadaki ilk bilgisayarı koyun, onunla bile çok rahat anlaşırım. Benimle anlaşmak, bana bir şeyi ifade etmek, beni bir şekilde değiştirmek için bin dereden su getirip, garip planlar yapıp, anlaşılamayacak kadar saçma kararlar ve yöntemler denemenize gerek yoktur, benim beynim var. Ama maalesef ki insanlar genelde “beni anlama” kısmında problem çekiyorlar ve bunun sorumlusu ben değilim.

Bu arada bu yazıyı öyle kendimi evrene enerji olarak salmak için yazıyorum… Yani hiçbirinizi ilgilendirmediği gibi, hepinizi de ilgilendiriyor, hepimiz evrenin sakinleriyiz… Ta ki birimiz zamanda atlayana kadar… Zamanda yetmiş arşın atlayana kadar belki! Zaman oradaysa, arşın burada diyemezsiniz de, çakar rölativiteyi alnınızın ortasına adamlar. Fizikçiler garip insanlar, Matematikçiler daha da garipmiş onu anladım birkaç dönemdir. Yani izlenimlerime göre Fizikçiler tüm normal mesleki veya akademik güruhlar gibi ikiye ayrılmış durumda, “garip olmayanlar” ve “garip olanlar”. Garip olanlar ise kendi içlerinde birbirlerine çok benziyorlar. Matematikçiler öyle değil, belli bir standartları yok garip olanlarının bile. Daha gerçekçi bir dal olduğu içindir belki. O değil de, ben kendimi bir türlü bulamadım ona yanarım. Aslında yanmam lan… İnsanın kendini bulması gerekmiyor bence, insanın kendini sürekli araması gerekiyor. Şu an hâlâ kendimi arıyorum. En sevmediğim geyik şudur: “kendini on yıl sonra nerede görüyorsun?” Yapmam, yapanı da sevmem. Bu saçma salak soruya “bilmiyorum” diyebilen adamdır bence. İnsanın yapacakları, yapmayacakları olacak tabii ama on sene sonra kim öle, kim kala. Hiçbir zaman plan insanı olmadım. Buna rağmen küçüklü büyüklü takıntılarım yok değil ama… Plan yapmaktansa, yalın ve öz bir şekilde “yapmayı” tercih ederim. Yapmak! Ne güzel bir eylem. Bilimsel araştırmalar insanların genelde yapmadıkları şeylerden dolayı daha çok pişman olduklarını gösteriyor. Bu öyle tahmin edileceği gibi küçük bir fark da değil, birkaç kat fark var arada resmen. Hızlı karar vermeyi çok severim. Vereceğim kararın ciddiyetine göre hızının azalması “adamım” diyenin normal karşılaması gereken bir şey, o kadar da carpe diem meraklısı değilim. Herkes bir yerlere gelmek ister, sadece kendimi ilgilendiriyorsa bu konu, karar benim köpeğim olsun ulan! Onun dışında sorumlulukları zorunluluklardan çok daha fazla severim. Kolay kolay söz vermem, eğer verdiysem rahat olun, gözlerinizden öperim…

Her insan gibi benim de fikirlerim var… Duygularım da var hatta! Beni ben yapan tüm şeyleri düşündüğümde, anlatmayı her zaman sevmediğimi de fark ederim. Anlık olaylarda tamamen dışavurumcu, genel meselelerde “her şeyi anlatan, ama her şeyi değil”ci olurum. Bu yazıda savunduğum tüm düşünceleri, anlattığım tüm kişilik özelliklerimi iki saniye içinde değiştirme hakkımı saklı tutarım, elletmem kimselere. Bir de çok kötü bir tabir var “gösterip de vermemek” diye… Yani gösteriyosun, ver bari dimi! Ben vermeyeceğim şeyi göstermem, vereceksem de çıkartır masaya vururum arkadaşım. Net olmak lazım. En sevmediğim insan belirsiz insandır. Allah belasını versin o insanın. Defolsun gitsin o insan. O insan osuruktan nem kapar, her zaman bir ne yapacağını bilememe durumundadır. Pis insan seni! Kimse şunu bilmiyor mu çok merak ediyorum: her zaman ne yapacağınızı bilmeniz gerekmiyor. Bununla birlikte, bu boktan hayatın da bir götürüsü olarak: her zaman bir şeyler yapmanız gerekiyor. O yüzden bilen insandansa, yapan insana bayılırım. Nerede öyle bir insan var, orada bir net insan, bir sevgi pıtırcığı, arkadaş olunası, saçlarıyla oynanası bir insan var. O insanın saçları kıvırcık, kazağı yeşil, yüzünde mahçup bir gülümseme var. Ama gülümsüyor işte, yapıyor çünkü. Düşünme eyleminin tamamen karşıtı değilim. Ama çoğu zaman saçmalıyoruz. On düşüneceksek on beş düşünüyoruz. İşte o gereksiz beş düşündüğümüzü yapmak için harcasaydık şimdi kim bilir nerelerdeydik insanlık olarak.

Buradan söylüyorum: Dinsel devrim, cinsel devrim, siyasi değişim vs. getirilecekse onu da biz getiririz. Biz kim miyiz? Ben, kendim ve şahsım. Suretim ve haletim. Aletim der gibi oldu sanki, yani bana öyle küçük bir cinsel çağrışım yaptı, belki size yapmamıştır ama yaptıysa ve azıcık gülümsediyseniz ne mutlu bana… Kafandaki zincirlerden kurtul ey okur, “it is do o’clock” demiş Barney Stinson. Zamanını salt düşünmeye değil, verimli düşünmeye ve mümkün olduğunca “yapmaya” ayır. Adamı hasta etme. Sen safsındır, açıklama da yapayım sana: “biz getiririz”deki biz insanın kafasının içindeki gücü temsil ediyor, yoksa beni, Yusuf Salman’ı temsil etmiyor… Evet, içine sıçtım bu açıklamayla ama gerçekten anlamayanlar var. Deli oluyorum ulan! “Cern’de çarpışan protonlarda Allah yazısı görülmüş” deyince inanıp “aaa! cidden mi?” diye ciddi bir şekilde soran arkadaşlarım var benim. Aynı cümleye “sen Allah’la dalga mı geçiyorsun, utanmıyor musun, ayağını denk al” diyen, yıllardır da tanıdığım arkadaşım var. Kusura bakmayın ama, sığır sığırlığını hemen belli etmek zorunda değil, yıllar sonra çıkabiliyor her şey ortaya… Buradan o sığır arkadaşlarıma da selam ederim. Sizinle bile -çok samimi olmasak da- arkadaşlık edebiliyorsam, ben gerçekten bir evliyayım. Arapçası: enel gerçekten bir evliyayım. Arapsaçı: çöz beni arapsaçı, çivi çiviyi daha da kalınlaştırır, bu değildir bunun ilacı.

Umarım ki yeterince samimi olmuşumdur. Yoksa tarzdı, mantıktı, tutarlılıktı, toplumsal normlardı… Yemişim bunların hepsini, hatta -küfür geliyor, çok terbiyeliyim, sütten çıkmış ak kaşığım diyorsan dur-, hatta, hatta sikeyim bunları size bir şey olmasın sevgili okur. Size bir şey olmasın, ama aslında olabilir de… Olması pek şeyimde değil yani, kusura bakmayın, benim samimiyetim de böyle. Ayağınıza bakarken çaktırmadan da olsa belirtirim, ayakkabın çok güzel diye… Aklımda varsa, senin aklında da olacaktır, bu da son sözüm olsun…

Cumartesi, Ekim 31, 2009

Otostopçunun Tecavüz Rehberi

Zik yapacağına zak yapmış adam
Ağlıyor gözleri kan içinde
Zaten doğarken otostop çekmiş dünyaya
Ölürken mi soracak tecevüzün hesabını
Kalorifer peteği kadar ısıtmaz bu dünya
Gidiyor, bize de bekleriz diyerek
Biz yok, koca bir ben var halbuki
Hatta bir ben var içimde
Bir daha var, bir daha, bir daha ve bir daha
Hayat bu, ne bir kum tepesi, ne bir vaha
Bir ben var içimde, bir sen yoksun
Rüzgar yapmacık bir şarkı çalıyor penceremde
Bir kuşlar anlıyor dilinden pezevengin
Ben ölüyorum, kuşlar ölmüyor
Ağzımdaki peyniri kaptırmışım gibi
Kollarımı çırpıyorum, bir ben uçamıyorum
Kendime uzaktan el sallıyorum
Tırnaklarım kopmuş kafa kaşımaktan
Bir sen yoksun, dedim ya
Bırakın ölsün, koparsın zincirlerini
Bir ip parçası yetmez adamı asmaya
Bir kuş var içinde

Salı, Ekim 27, 2009

bach a l'orientale

içeride sürreal hava akımlarıyla çalkalanmış
şapkadan taze çekilmiş tavşan kulakları gibi
sıcacık, bahar gülümsemelerinin kokusu gibi aşk
her yerde, güç gibi aynı, içimizde, dışımızda
içimizden ve dışımızdan, sonra dışımıza sonra sana, bana
ya da önce, ya da öncesi yok, önü de yok ki
arkasının olmaması gibi, gibi de değil aslında

Cuma, Ekim 02, 2009

Tuomas... oh, Tuomas!



Forgiving someone is hard, y'know? It doesn't matter whether you know that person or not. But sometimes, there will be a point where all the hate will dissolve into sympathy and love.

Okay, it's getting confusing for those of you who don't know me. Let me begin properly.

I am a huge fan of old-Nightwish, and by that I mean Nightwish during Tarja's era. And after they fired Tarja, I hated Tuomas Holopainen with a fucking passion yet loved his songs. It was pure conflict.

However, I watched this documentary about him where he talks about his childhood etc; I've realized no matter how stupid he was, I still have a great amount of respect for this man. I don't know; he's inspiring and his music is his way of running away from world. I like that. Oh, the documentary was made after they fired Tarja and he said he was so proud of her... which made me smile. I feel calm after watching that. Well, letting go of all that anger against Tuomas and the beautiful Lapland scenery... very soothing.

So... I have realized that he's a truly beautiful human. In all aspects. I don't hate him anymore even though I think he was stupid to let Tarja go, I just love him and his music. I wish I could explain it more but I can't. I'm inspired and humbled by this man and his perfection.

If you'll excuse me, I'm going to escape the reality once again with the wondrous Maestro Holopainen.

Pazar, Eylül 27, 2009

Günlerden Bir Gün Bir Çocuk...

Suskun kalırım, konuşamam
Sopsoğuk dudakların dudaklarımda
Uzatırsam kan damlar parmaklarımdan
Denizler bile ayıramaz bizi
Günlerce, birgünlerce uzayacak yollar
Hepimiz gökyüzüne düşeceğiz bir gün
Şemsiyeler de kurtaramayacak
Aşıksan yaparsın demişti babam
Üç nokta olalım bir cümlenin sonuna
Parça pinçik edelim şu virgülleri
Kaç paçavra yırttım eski daktilolarda
Ama tanrı yokmuş işte evinde

Çarşamba, Eylül 23, 2009

Nothing Wrong

Nothing wrong
Nothing wrong
I've done nothing wrong
Was just sweeping in the sky
No need for an alibi
It's not wrong, you should try
Nothing wrong
I've done nothing wrong

Cumartesi, Eylül 12, 2009

Şarkı

Çok pis bi shuffle tutturdum. Hep sevdiğim şarkılar çalıyor. Şu an Joan Osborne'dan Crazy Baby çalıyor mesela. Bir de Kemal Sunal'ın bir filmi vardı. Anlatır, anlatır ve anlatırdı. Sonra da "mesela yani" deyip ortamın amına koyardı. Tabiri caiz ise "şu güzel ortamı bozardı". Hem size ne? Noktayı ister tırnak işaretinden önce koyarım, ister sonra koyarım! Ama mesela yani demem. İstesem derim, ama istemem. Ama istesem isterim. Ama istemem de. İstesem istemeyi de isterim ama onu da... Öeehhh dedin mi? Dedin bence. Yine de şunu derim: birileri benim ne isteyip istemediğimi biliyor, ben buna seviniyorum. Bana güvenseler çok daha iyi olur mesela, ama eminim güvenirler ileride. Güvenilmeyecek çocuk muyum ben? Bence güvenilirim, neden güvenilmeyim değil mi?

Şşşt, okur. Sana diyom lan! Okur, sevgili okur, sana diyom. Duyuyon mu beni? Ama eminim, birileri duyuyor beni. Sen duymasan da olur. Ama sen de duy, niye duymayasın. Çiğ köfte var, yer misin? Yirmisin? Ama böylesini bulaman bi daha. Güzel çiğ köfte bu! Kendi ellerimle yoğurdum. Yok lan, ben yoğurmadım. Ama yi biraz bence, güzel yani. Yanında da bira aç bi' tane. Bak dolapta olacaktı. İçmiş miyim hepsini. Yok lan, içmedim! Hiç içmedim memur bey. İçmeden sarhoş oldum ben. İçmeden oldum da, olmak ya da olmamak demedim. Diyeydim mi? Nasıl soru lan o deme, sen de soruyordun arada bunları. Saçmalayım mı sana? Saç malanmaz, taranır diyeceksin sen. Saçmalayım mı sana? Öpeyim mi yarı açık gözlerinden? Burnunu ısırayım mı? Gel su içelim ramazan ramazan. Alkol günah değilmiş gibi sanki öteki aylarda. İftardan önce içelim ama. Orucumuzu dudaklarımızla açarız. Şarkılar söyleriz aydedeye. Çok da sikindeyiz sanki herifin... Öyle tepede arz-ı endam eylemekle olmuyor, yakınlaşmak lazım. Öpüşmek, sevişmek, koklaşmak. Aydede de hiç tipim değil. Tipim yok ki zaten, tipsizim biraz. Ama biraz. Aynı zamanda deliyim. Deli oluyorum sen oradayken, ben buradayken. Kahve mi yapsam kendime? Fal mı baksam? Fal olup aksam mı önüne? İki gözün önüne akmasın ki... Benim gözlerim sana aksın. Sana değil, sen oku sadece, alınma. Pis okur seni! Git bir çay koy bize.

Bir sigaran var mı? Ama içmiyorum ben. Sen yak, ben seyredeyim seni. Pezevenk gibi içme ama. Bahar hep pezevenk gibi içtiğimi söylerdi benim, eğer içseydim. Ama içmiyorum, dimi Bahar? Bahar, kızdın mı bana bugün? Güzel yazıyorsun lan. Vallahi! Ama deliriyorsun bazen! Ben de deliriyorum. Ama cadım yanımda olmadığı zaman. Cadımı severim, bilen bilir. İsterim ki hep yanımda olsun. Ama uzaktan da ilham veriyor bana. Ona rahatça saçmalayabiliyorum da. Sen kendi cadına saçmalayabiliyor musun? Onu di bağa! Herkesin cadısı da olmasın ama. Cadı tek benim olsun. Neyse. Börek var, yer misin? Anne böreği bu. Annem yaptı, patatesli, çok güzel. Niye? Ocakta yemeğin mi var? Evet, seviyorum böyle karşımda birisi varmış gibi yazmayı. Zoruna gitti galiba. Beş dakika geçti mi ilk konuştuğumuzdan? Senin beş dakikan çok uzun ama, biraz kısaltalım bence onu. Ruj mu sürüyorsun? Dudakların mı kurumuş? Kuru muymuş dudakların? Haydi gel tek kişinin bitiremeyeceği bir elma olalım seninle. Bir bardak mojitoyu devirelim. Sel alsın ortalığı. Kenarlığı da alsın. Sel bu, isterse alır, bir şey diyemezsin.

Playlistim sıçtı yazının sonuna gelirken. Hani bazı şarkılar vardır ya, albümdeki diğerlerinin hatırına silmezsin onları da... Hep onlar geliyor işte. Ama ben onları istemiyorum. Kendi şarkılarımı, hatta kendi şarkımı istiyorum. İstiyorum dedim.

Cuma, Eylül 04, 2009

Döngüsel Artıklık Denetimi Hatası

Onu bunu bırakalım da, biz muhafazakar insanlarız aslında. Yine de kendi muhafazakarlığımız içinde kendi kendimize dayattığımız yasakları delip delip geçiyoruz. Başkası delince de gözüne çıbık -evet çıbık- sokmaya çalışıyoruz, ya da elinin üzerinde sigara söndürmeye. Eşitliği de geçtim, özgürlük namına bir dal elma bile kalmamış ise bir ağaçta, cennete gitsek ne olur, dünyaya düşsek ne olur? O yüzden ben şöyle yaparım, sonra da böyle yaparım, canın isterse modunda dolaşacağımıza kuralları bir kenara bırakıp olayın gerçekliğini sorgulamamız gerekir.

Sorgulamak eylemi mantık dahilinde şüphe üstüne kurulur, olumsuzluk içeren önyargılar üstüne değil. Kendi yazdığımız kitaba he derken, tanrının kutsal kitabını yerden yere vurmak adettenken, aynı zamanda ayıptır da. Ve evet, herkes farklıdır. Bazıları daha da farklıdır. Ama bu onlara istedikleri insan/nesne ile, istediklerini yapma özgürlüğü vermez. Bu özgürlüğü ne toplumsal ve hukuksal kurallar, ne de otobüsteki dünyadan habersiz bir adet Mehmet amca sağlar. Özgürlük ve gerçeklik kişi-kişi arası ve/veya kişi-nesne arasında karşıdaki kişinin veya nesnenin imkan verdiği değer aralıklarına yatırılır, gerekirse fileto da çıkarılır, kıyma da. Ama her kişiye/nesneye de kıyılmaz tabii.

Bazıları yazılarını ünlü bir söz ile, bazıları bir şiir ile, bazıları ise Serdar Ortaç elinden çıkma şarkı sözleriyle bitirebilirler. Ben kocaman kocaman neyssselerle bitiririm. Bazen yazarım, bazen yazmam, ama oradadır o neyseler. O yüzden nihilist narsist karışımı ergen triplere girmeyip her şeyi başa alabilirim belki. Hem ne gereği var sert olaylara girmenin? Hepimiz bir sürü gereksiz şey yapmıyor muyuz bir gün içinde? Doğru-yanlış değil, gerçek-yalan ayrımını yapmak lazım. Belki başa alamam, bilemem. Klişe bir cümle de yazarım: kendimizi kandırmayalım. Hayat sizin. Keyfini çıkarın. Ama Adem o elmayı tek başına bitiremezdi.

Çarşamba, Eylül 02, 2009

Gün Sonu İşlemleri

Ne var lan it? Neye baktın birader? Ne var? İşte bunlar bir yazıya başlamak için pek güzel sözler değiller. Ben de bazen kendimi bir yazıya başlamak için yeterince yakışıklı hissetmiyorum. Bazen yazmaya başlasam bile yazıya başlayamıyorum. STOP. Ne vardı? Biraz daha mı kibar oluyoruz ne? Afedersiniz, ateşiniz var mı acaba? Evet var, 39 derece. Üç gündür yatıyorum vallahi. Hahahahay! Hukuk devletinde mi yaşıyoruz ayol? Ne çok soru işareti var böyle! Soru işareti sayfada değil, bizim kafalarımızda. Gündüz mü düşer ağaçlardan elmalar? I ıh..

Geçen gün bir kelime öğrendim. Efendim? Yok, size demedim. Geçen öğrendiğim kelime “müşkülpesent”. Ne o, bilmiyor musunuz? Nesillerdir her akşam yemeğinde bu kelimeyi kullanan aileler var. Hatta cümle içinde bile kullanacak kadar müşkülpesent bir insanım. Benim kuzenimin müşkülpesenti var. Ben müşkülpesenti seviyorum. Başka şeyleri de seviyorum. Mesela lobutlar. Bana her zaman dövmek isteyeceğim tipleri hatırlatıyorlar. Sana hatırlatmıyorlar mı? Senli benli olduk hemen. Afedersiniz, size hatırlatmıyorlar mı? Hatırlatmaz olurlar mı! Hatırla hatırla bir hal oldum azizim! Zat-ı alinizden ricam olacak. Bir kere verir misiniz? Lütfen bu bahsi kapatalım kuzum. Filhakika çok güzel bir bluzunuz var. Ay ben gülerim!

Bir peri gördüm galiba. Evet evet, bir peri bu. Hayır bir kuş. Bir uçak? Süpermen mi? Bence Yıldo. Bir Yıldo vardı. Ne oldu ona hakikaten, filhakika, müşkülpesentçe? Benim bir arkadaşım çok müşkülpesenttir. Müşkül peasant? What the fuck? Ne oluyoruz? Hatta ne var lan it? Orman kibarıyım ben. Ayrıca çok müşkülpesentim. Güzel, çirkin ararım. Gönlüm pek eğlenmez. Gönül bu, kafese de konar, daldan da uçar. Sonra da gelip sana kaçar. Terbiyesizleşme. Öyle demedim. Hem neden bu? Tek kişiydim ben. Bekle bekle bir hal olmuş bu peri de… Ne birikmiş içinde garibimin. Ciğerleri tozlanmış hatunun. Pardon, bir kere verir misiniz? Vallahi olmaz. Oh shit o zaman. Ama oh mein gott ayrıca. Ne biçim insansın sen Yıldo? Kafama armut düştü ve mal olduğumu buldum. İyi bok yemiş miyim? İyi saatte bok yesinlerden miyim yoksa? Peri değilim. Peri sağ omuzumda şu an, kulağıma ayıp şeyler fısıldıyor. Ama hepsini buraya yazamam. Bana da kalsın şekerim. Hahahahay! Sır tutulan bir ülkede mi yaşıyoruz ayol?

Söyle bakalım, çok mu kolaymış sanal satırlarda hayıflanmak? What the fuck! Tüm karakterler soğuk havada yüze çarpan rüzgarın nemlendirdiği göz kadar gerçek miymiş? Görmüyor muymuş o göz? Ne var? Kedi kesenler de var bu dünyada. Halbuki küçükken kedilerin şeytan olduğunu söylerlerdi bize. Geçen gün iki tane kedi gördüm. Ve gerçekten eğer şu dünyada tamı tamına iki tane kedi şeytan ise, kesinlikle o iki kediydi. Aynı zamanda çok müşkülpesent kedilerdi bunlar. Bakmıyorlardı. Kedi kesmesi diye bir şey vardır. Deneyin bunu. Tamam. Bir kedinin yanından geçerken onun gözlerine bakın. Ok. O da size bakacak, ve siz ortamdan uzaklaşana kadar sürekli göz göze kalacaksınız. Çok romantik değil mi? Ama keseceğiniz kediyi iyi inceleyin. Nihilist olsun biraz. Sonra umursar sizi, peşinizden koşar. Neyse aslında en başta fiili olarak bıçak vb. ile kesmekten girdim ama buraya nasıl geldim ben de anlamadım. Siz de uğraşmayın. Sen de uğraşma. İkinci kez konuştuğum birine siz diyemiyorum, afedersin. Geçen gün ikinci kez konuştuğum birine biz dedim. Üçüncü konuştuğuma ise o dedim. Ama bir kere birisinin karşısına çıkıp “memeee” diye bağırmışlığım yoktur. Siz veya sen demek lazım. Meme ne ki? Meme dalında güzeldir. Kopartmamak lazım, hayvanlaşmayın. Neyse.

Neyse dediğime göre son paragrafa girebilirim. Belki de giremem, bilemem. Ama siz siz olun, biz olmayın. Siz sizi bilin, siz sizi. Siz sizi bilmez iseniz, siktirin gidin. Çok afedersiniz, söyleyecek bir şey bulamadım. Efendim? O otobüse binip kaçacağım ben. Açacak mısın? Kola, gazoz? Evet, çok kötü espri yapıyor da olabilirim ama özümde iyiyim. Varoluşumda kötü olabilirim. Ama varoluşum özümden önce de gelse, son gülen iyi güler. Çok da güzel güler son gülen. Son gülenin dudaklarının kıvrımını çok severim. Yirim ben o son güleni, oyyyy. Şimdi hepiniz yatın zıbarın.

Yusuf Salman 03.09.09 - 01:46

Çarşamba, Ağustos 26, 2009

Time After Time, Over Again

Here I am, sitting with a cup of tea and enjoying it. No, I am not laughing at it. I wish I could.

I got off from work around 3:45, yeah, I clocked out early once again because I was bored and the other two interns were gone too. I hopped on the bus and came to Sariyer, falling asleep on my way here. I was planning to go home straight away but the smell of the sea was too tempting to not take a walk. So, despite heavy laptop on my shoulder and bag on the other, I took a walk along the Black Sea end of Bosphorus. With All That Remains blasting from my ear pieces, I was happy. I even took a couple of pictures. I was happy until...

The world we live in is so unjust. I don't even know how I feel about that. I find it hilarious in a really fucking sick way, yet I also think it's very sad. See, I believe my problem is that I have too much empathy and I can not bear to see someone suffering. And I find it funny because I want to make myself believe that it's just a temporary situation. However, not so temporary in most cases. Today after I picked up last week's copy of Uykusuz, I saw this middle-aged man trying to explain what he wanted to a cashier: he was mute and I think he had some kind of autism. It was so devastating to see someone trying so hard to fight against the barriers he has whereas we, the dumbass teenagers, are wasting our lives complaining about stupid shit. Well, I’m done with my teen years but that’s not the point. I rushed out of the store. Had I stayed there a second longer, I would have cried. But I guess I was destined to cry. I saw this girl, 15 the most, picking up plastics from a garbage can and putting it in her backpack while telling her younger brother that they should get the highest price for the plastic stuff. I literally ran away from that place; I must have looked like an idiot, with all my fancy outfits and tears. I wanted to help them somehow but I can barely save my ass from being broke, how can I possibly help those people?

It fucking sickens me that the rich gets to play and have fun and these people only get struggle. And especially the way they treat beggars on the street. Yes, some of them do nasty shit like stabbing and pickpocketing but not because they want to. They just have to. I have always stood behing my convinction that humans are essentially selfish - that's what survival requires. But there's good in people. No one really wants to hurt another human. Some murderers get labeled insane, mad, out of their minds. But honestly, aren't we all? In my beloved(!) school, some people crash their cars and buy a new one the next day. Fucking ridiculous. They deserve a kick in the balls. Anyway back to empathy... I used to be worse; at some point, I couldn't stand watching anything that had the tiniest bit of a heart-wrenching story. I've learned how to control it now... at least now I know how to feel empathy for those who deserve it. I know I'm not a good person. I'm not a bad person either. I'm just a person. Just a girl who's trying to make it through life. But sometimes, I simply wish I could be ignorant to the pain and struggle. And Istanbul doesn't make it any easier because we have so much poverty along with the greedy fucking bastards here. Variety scares me sometimes. It scares me so much. And funny thing is, no one around me seems to care.

Feels like I have this kid in me trying to stay young and my obligations want me to grow up. Maybe I grew up earlier than I should have. What I mean by growing up is being aware of your obligations. I went to Canada on my own at the age of 14 - damn, it's been 6 years. And being in foreign land on your own is very scary even though you know the language too damn well. Foster families, yeah but they don't drop you off to your school everyday. They just give you food, a place to crash and some small-talk. That's it. I've talked to a lot homeless people there because they were the only ones who understood me. They were waiting to go home, like me, wherever home was. And I was the scared kid, waiting to go to her family, crying next to a complete stranger. I wasn't afraid of them. I was afraid of being completely alone and homeless, so to speak. And now, I'm living in my own apartment, alone on a Ramadan day when I should be with my family. Trying to take steps and grow up but the kid still longs for the comfort of home. Maybe that's why Garden State always makes me cry.

Andrew Largeman: You know that point in your life when you realize the house you grew up in isn't really your home anymore? All of a sudden even though you have some place where you put your shit, that idea of home is gone.
Sam: I still feel at home in my house.
Andrew Largeman: You'll see one day when you move out it just sort of happens one day and it's gone. You feel like you can never get it back. It's like you feel homesick for a place that doesn't even exist. Maybe it's like this rite of passage, you know. You won't ever have this feeling again until you create a new idea of home for yourself, you know, for your kids, for the family you start, it's like a cycle or something. I don't know, but I miss the idea of it, you know. Maybe that's all family really is. A group of people that miss the same imaginary place.


Moving on. I know that wasn’t worth a dime, but it was worth a try.

It wasn't our time yet. The blue faded into a dark gray. Red circles crowding around the blue, he wasn't smiling. No longer. With a sigh, he asked me to leave. Leave quietly. And never come back again. I was content with his request. The only thing that tore my soul into two was the fact that it wasn't fair. To either of us. I held out my hand, maybe a last shake just for the sake of the memories we've had. His hand didn't move. I reached out, grabbed his hands and tried to rip them apart. They wouldn't move. Almost as if they were glued together. To the left, to the right, slow motions of his head, the bones grinding against each other and the joints cracking open and closing. "No", he said, "it isn't meant to be." My throat hurt. I wanted to scream at him. Where was my voice again? Gone. Non-existent. Buried in the depths of my reluctancy. He said it was a game of fate. I wouldn't call it fate per se; rather... a series of event which are very fortunate yet ironically unfortunate in some aspects. Silence. Silent screams for a few minutes. The symphony composed by the hurt, the burning tears and the emptiness. I watched his brows pinch into a frown and more bones and joints, he left. For all the seasons, for all the wrong reasons, we were done.

Yeah. I can't write shit.

That cup of tea is cold now. I'll get another cup.

Date: August 26th.
Time: I don't even know, fuck that shit.
Songs listened to: It Dwells In Me, The Prosecution, Sometimes I Just Go For It, The Exit, Crow King, Hack

Heleloyloy

Fuck this. I have no talent.

Pazartesi, Ağustos 24, 2009

Mallık

Fazla lafı dolandırmadan konuya gireyim. Daha önce de ülkemizin bazı bölgelerinde tekel bayilerinin, barların olduğu sokaklara cami tıkayıp –evet, tıkayıp- sonra gerizekalı bölge halkının da yardımıyla oraların birer birer kapatıldığını duyuyordum. Ama inanmak istemiyordum. İstemeden inanmama rağmen –e ülkenin durumu bok- herhangi bir yayın organında görmediğim için –yayınlandıysa ve benimle paylaşırsanız bu tür şeyleri sevinirim- bir şey de diyemiyordum. Ama bugün okuduğum bir haber akıllara durgunluk verecek derecede KORKUNÇ.

Olay şu: Antalya’da 40 yıldır hizmet veren bir genel ev varmış. Ve sivri zekalı bir insan gitmiş yanına cami dikmiş. Şimdi camiyi yaptıranlar, alakalı bazı kişiler ve bölge halkının bir kısmı mızmızlanmaya başlamış bile. E yavrum, oraya camiyi sen koydun! Birisi çıkmış “günah” diyor. Birisi çıkmış “tam da kıbleye yapmışlar, namaz kılarken oraya dönmek zorunda kalıyoruz, bu büyük bir ayıp” diyor. Son olarak gelinen nokta: insanlar genelevin şehir dışına taşınmasını istiyor. Kimse kusura bakmasın, beni burada arkadaşlarım, akrabalarım, sevdiğim ve saygı duyduğum büyüklerim de okuyor ama demek zorundayım: YOK EBESİNİN …I! Yeter lan! Genelevin yanına cami kuruyosun, sonra neymiş “günah”. Eğer haberde bir hata yoksa, böyle şeyler yapan, söyleyen, düşünen insanların kendi boklarında boğulmalarını diliyorum.

Evladım! İki taraftan bakınca da saçma olay! Eğer günahsa sana günah! ÇÜNKÜ SEN KOYDUN O CAMİYİ ORAYA LAN! Diğer taraftan bakınca en azından günah falan diye insanların inançlarından faydalanan bir şey çıkmıyor ortaya, tamamen somut: DAĞDAN GELDİN BAĞDAKİNİ KOVUYORSUN lan! Cami yaptırma ve destekleme derneğinin başkanı olan kişi, Hasan Hüseyin Tanrıöver, diyor ki: “Bazı insanlar şimdiden geneleve taş atmaya vs. başladı. Şimdilik kontrolden çıkmış bir durum yok ama ileride çeşitli provokasyonlar olursa çok daha büyük olaylar olur.” Ben de bu adama diyorum ki: provokasyon sensin amca! Gidip camiyi oraya koymuşsun, zaten neredeyse ülkede adam başına iki cami düşecek kadar cami var. Başka yer mi yok? Sonra uyarı adı altında tehdit savuruyorsun. Yıkarız orayı başlarına diyorsun. Haydi demiyorum de!

Sıs!

When it comes to cheer, motherfucker is a Grinch.

Do I even have anything to say? No. Not really. It's just that sometimes I get these urges to create something: I can't draw, and I can't play an instrument either. So I think: "Well, there's only writing left." I am not sure if I can do that properly but who writes properly anyway? And more importantly, who the fuck cares about being proper? I like chaos.

It feels like something is trying to claw its way outta my lower abdomen right now. If you, my lovely reader, are a female, you'll understand. As for the males, I don't know fellas, go get a sex change or something. Or if they invent one of those virtual reality machines one day, try being a lady mmmkay?

There was this dude I knew two years ago. He was cute, funny, adorable, sexy whatever the fuck. We started to talk and it was all going well until the moment where rumor began and we fell apart. I don't understand why it mattered so much to people whether we were dating or not. I wouldn't call our thing a relationship but it wasn't friendship either. Now, on a boring and painful day like this, I'm once again lurking around on Facebook. I saw he got this new girlfriend and a new job. Good for that fella, he was a nice one.

I've been talking to people about things, you know, things in general and I've realized something. These people I talk to are so afraid of being alone. Like last night, me and a friend were talking about this documentary: "Metal A Headbangers Journey." Throughout the documentary, there's a lady who keeps suggesting that metal gives fans a place to belong, it gives them a sense of belonging. Now question to be raised here is... Do we actually need a place to belong? Do we, really? My friend said we belong to the place where no one belongs. No, I shall agree to disagree. We do NOT need to belong anywhere, any movement or any fanbase. If you're listening to the music and enjoying it, then that's enough. That's all you fucking need to go on. I mean, a lot of metalheads are just blind fucking idiots who think metal is all about being a cult and they think they are so cool by just having long hair and wearing black shirts... Oh my fucking god, how fucking painfully boring is that? What matters there is the music and the feeling and the rage you manage to let out. that's all that fucking matters. So it's alright if you wear a most pop outfit to a metal show. It's alright as long as you are not bullshitting anyone and actually enjoying the creation.

For me, metal is a tiny voice in form of riffs, beats and roars and it keeps telling me to hang in there and fight. Also this tiny yet big voice provides the inspiration I need to create as well. Okay, I don't create anything worth reading but hell, it's my own way of therapy. But that doesn't mean it's only metal! How could I possibly explain this... hmm, imagine a room filled with a lot of people, all of them have distinct personalities and they are all talking to me: metal, rock, pop, jazz, blues, classical, many other genres. Yeah, that's how music is for me. A group of tiny little voices. But somehow, just because I listen to death metal, I end up getting labeled as a "hardcore metalhead" No, I am not and will never be a fucking hardcore metalhead. Those guys are simply idiotic cumdrinkers with no self confidence. They have long hair because every other metal musician does, they wear black and lots of chains and stuff because it's how a metalhead should dress. Get the fuck out, honestly, you guys are fucking ballsucking posers, and also you're all worse than Hannah Montana. Yes, I indeed wear band shirts which happen to be black somehow but I don't wear them because it's the thing to do. I wear them because those shirts are more comfortable than fancy fancy shirts and dresses. Plus, I believe if I wear them and if somehow I can get the attention of others, then it means I'm supporting one of my favorite bands. I'm supporting them by possibly recruiting a fan. I have slightly long hair, is it because I'm so metal? No. Actually, I'm the most "un-metal" gal you'll ever meet. I have my hair long because I like it that way. That's all there is to it.

Yet, still people insist listening to metal requires some kind of brotherhood. Fuck your pretentious brotherhood to your beloved hell. I don't need to belong to your stupid group. I will not conform to your biased point of view.

G'day to y'all mates, I'm out. Time for some coffee.

Kontiseptik

Deneme, 1, 2,... Çok da güzel olurdu aslında, değil mi sevgili okur? Bak, yazının ortasından başlayınca bir şey anlamıyorsun. Aslında çok gariptir bu konuya Avrupadaki insanların bakışı. Tamam tamam, fazla üstüne gelmeyeceğim. Ama sen de olsan o pozisyonda kaleye vururdun bence.

Saat 6'da uyandım bugün. Yani aslında saat 9'da uyanmış oluyorum zihinsel olarak. Ama yine içimde bir şeyler uyuyordur, belki uyumuyordur, bilemem. Bildiğim tek bir şey var, o da Adil Korkmaz'ın suçlu olduğu. Adil Korkmaz kim dersen, biraz önce uydurdum. Herhangi bir isim benzerliği konusunda kıvırma hakkımı saklı tutarım, kilitler ve anahtarını yutarım. Satsan beni, ne kadar tutarım sevgili okur? Ama beni satma, çok kişi tarafından satıldım şimdiye kadar. Hatta geçen gün senin bana dediğin şeyi de yaptım. Ama cevap vermedi Jale. O değil de, sen bana neden hiç e-mail atmıyorsun? Ben e-mail almayı çok severim. Yollamayı pek sevmem ama yine de yollarım. Onun dışında zaman zaman mail kontrol ederken uyumayı severim.

Fermuarın açık kalmış. Bence sen de barmenlerle kavga çıkarmalısın. Ama önce kırmızı bülbülü bulman lazım. Bülbülden güle geçiş yaparak bayatlatayım mı ortalığı? Neyse, ben kaçayım. Sana bol dumanlı hava sahaları diliyorum, ve bol eğimli kıta sahanlıkları!

Cuma, Ağustos 21, 2009

Take all your knowledge and stick it up your arse. Fucking know-it-alls.

Çarşamba, Ağustos 19, 2009

Mind Gone Wrong

I really didn't want to ruin the beatiful post count "69" but what the heck.

I don't even know what I'm going to say. There's something inside I have to let out and the best place is here.

Facebook keeps pressuring into learning which Englih word I am, but I really don't want to know. So back the fuck off, Facebook, leave me alone.

Whatever, folks, problem solved.

I feel invisible.

I don't give a fucking crap if you think I'm filling this place with useless shit.

Good night.

Pazartesi, Ağustos 17, 2009

Nails On The Wall, Neil On My Mind

The house belonged to my grandparents. It was to be demolished soon with those big balls; they wouldn't need any TNT because the house was made of wood: the perfect oak. The most perfect you could find that area at least. When you're a kid, you don't really pay attention to those kinda things. Only when you grow up, you notice the astounding the history that lies in between those layers of wood.

It was a nice summer day; you know, flowers and all that jazz. It was going to be the last time I saw the house before they built a new, brick-n-mortar one. Ironically, it was the first time I dared to take a peak inside. There was a man in the house, no one I knew but somehow he looked familiar. I walked up the stairs with creaks and squeaks accompanying me and walked into a room with an old bed and a closet. The man was sitting on the bed; he patted the spot next to him: "Come, sit, my child." As freaked out as I was, I decided to obey. He grabbed my face gently and told me to look in his eyes.

The rest is too blurry to tell: Doors opening to new worlds, strangers in the middle of the night, gas station stories, shadows and little strange girls...

Yes, I am an asshole.

Yes, I've lured you in and I'm leaving you right here, in the middle of my story, with yourself.

Honestly, folks, I can not tell this story. I do not possess enough power to do so. I am not that good.

However, I won't be cruel and tell you what to do next. You're going to do exactly what I say: You're going to go to the nearest bookstore, wander through the fiction section and come across a name that you'll somehow recall but won't be sure. You'll pick one of the books of this author, buy it, go home and read it. I can bet you all I have right now -which, ironically, is just 10 bucks- that you will love the book. Then you're going to sleep. And perhaps dream of a beautiful land with lots of different people in it. But there's going to be one guy who shall repeatedly appear in your dreams. Not necessarily as himself, but with his words and imagination.

Neil Gaiman.

To Chuck Or Not To Chuck

One thing Palahniuk taught me: Never trust your guts. And never go Pearl Diving.

Funny thing is, I guess the latter only applies to males. Oh well, if any of you creepy, chronic pleasure-maniacs are reading this: Don't go Pearl Diving.

It is scary. It is dangerous. And not to mention, creepy as fuck.

If you can't stop yourself from using your hand every-so-often, put on a pair of stockings and apply mascara and lipstick. Hit the town. Thin fellas will be mistaken for girls and large fellas will immediately be labeled as "drag queens" but the idea here is to step out of the boundaries of your usual routine and have a little fun with flamboyance. At the very least, it's safer than Pearl Diving, I believe.

Ladies. Don't let your men go down on you. Their mouths and tongues are their most dangerous weapons. They could actually kill you with just a tiny breath. Scary, isn't it? Stay away from extravaganzas. The normal deal should be enough, right? Right.

Or if you prefer to take an easier route... do not EVER read Palahniuk. Once you've begun, there's no going back. He'll always leave you for wanting to read more. It will be just one book at first and before you know it, you'll have read all his books.

It's best to stay untainted.

Pazartesi, Ağustos 03, 2009

YOK

Üzerimde bir kaşıntı

Sanki beynim kaşınıyor

A- bir mutluluk var üzerimde

Sanki var, sanki yok

Bir yerdeyim,

Neredeyim haberim yok

Kaybolmuşum

Bulabilene aşk olsun

...

Kendimi sorsam kendime,

Kendim yerinde yok.

Yüzüme yapışan maskeleri çıkartmaya,

Gücüm de yok,

Cesaretim de yok.

Sen yoksan,

Ben yokum.

Kimseyi görmez gözlerim.

Kimse yok.

E and P

Hücrelerim zıplıyor.

Nötronlarım kaçıp gidince,

Elektronlarım ve de Protonlarım,

Sapmışlar yörüngeden.

Elektronlarım ve protonlarım,

Ayrı yerlerde, yapışmış birbirlerine.

Bir Elektron, bir Proton.

Bir Proton, bir Elektron.

Pazartesi, Temmuz 20, 2009

Poğaça

bazısı illa ki konuşacak, bazıları ise illa ki susacak…
bir duvar dibi gerekir çoğu zaman kusacak
belki bir çalı kenarı…
bazı gözler çalar kenarlarını kelimelerin
yapyaşlı bir ağaç kovuğu gibi
derin
yine de dalgalı ve genç
hemen atlansa bile çok geç
hemenden de hemen atlanmalı ağaç kovuklarına
kopuklarından kaçarak hayatın
siz yine bu seferlik
sözlerimi gözlerle karşılamayın…

AŞK, HIRS, ÖLÜM

Bu gün de bitirken, yeni bir günün başlama heyacanı varkan insanlarda beni nedensiz bir hüzün kaplar. Tüm ihtiyaçlarımı bir yana bırakıp düşünmeye başlarım. Ne olduğumu değil, ne olacağımın tahlilini yaparım. Alacaklarımı bir tarafa bırakarak, vereceklerimin hesabı. Ne yapacağımı bulunca, sonuna kadar kendimi ona verip, onun vereceği hazza yoğunlaşmaya şimdiden alıştırırım kendimi. İşte tam da bu sırada, tüm yaptıklarımı bir kenara bırakıp, neler yapacağımı düşünerek yüksek hayallerle buluşurum. Korku falan kalmaz. İşte o zaman ki öyle bir yerdeyimdir ki ortada sır kalmaz. Orada acı olmaz. Kötülük de iyilik de olmaz. Geriye sadece bakış açısı kalır. Bakış açıları ise o kadar çok ve yoğun olur ki insan işte ondan büyük bir keyif alır. En zirveye çıktığın öyle bir an daha vardır ki o anda sen en yücesindir. Haykırırsın! İşte orada buluşmak dileğiyle yaşamaktan ibaret olan hayatım, daha sonra ne idüğü belirsiz bir duygunun içine düşer. Sırada aşk varsa, işte o zaman hayata küser. Ne yapacağını şaşırır ki insanlardaki hırsın nedeni bence bizzat budur. Kendini kaybetmiş, ne yapacağını bilmeyen insanlar artık daha fazla dayanamayıp son sürat koşarlar. Nereye olduğunun aslında kesinlikle önemi olmadan, bir yerlere varmaya çalışırlar. İstediğini bulamayanların haklı refleksidir hırs, işte böyle bir şaşkınlıkta ortaya çıkan. Bununla bitse seviyeler iyi yine. Neler var neler! Seviyesiz seviyeler kısmı var. Seviyeli seviyesizler kısmı var. Uzayan giden, bitmez rütbeler var. Ölene kadar bitmeyen bu rütbeler aslında insanları hayatta tutmak içindir. Sürekli koşan bir insan, yolun sonunu bulduğunda kıyamet kopar. Yaşama dair bir amacı kalmamış bir insan elbet yaşamak istemeyecektir. Ölünce ulaşılan rütbe aslında tüm insanlarda aynıdır; ÖLÜ. Yani herkes ölüme koşar, tüm aracılardan geçerek. Aşk’tan da.

Pazartesi, Temmuz 13, 2009

Diş Taşı

İster istemez. Kafama gelen düşünceler. Kaçmaktan çok üstüne gidilmeyi seven yüksek, alçak hayaller. Bacaklarımda yürüyen yetişkin karıncalar. Bende insanım. Dünya hayatının bitmez telaşı. Betonda ayak izleri. Duvar yazıları, anlamsız. Öylesine. Kirli. Ben hep böyleydim. Sonradan böyle oldum. Akciğerim acıyor. İlahi nesefini bekliyor. Mahfoluyor. Ağlıyor. Yine de devam ediyor. Herkesten kaçıyor. Koşuyor. Bilmiyor. Sonra arkasına yaslanıyor. Zaruri ihtiyaç sabihi olmuş. Onları karşılıyor.
..
Devam ediyor. Aynı şekilde. Tekrar, tekrar. Elindekini unutuyor. Bir tane daha alıyor. Kullanıyor. Atılıyor. Problem değil öyle de kullanıyor. Kurallara uymak mı? Onun üzerinde çalışıyor. O öyle olmaz işte. O da idrak ediyor. Ama nafile. Gelen gidiyor. Temizlik yapılıyor. Temizlik yapıyor. Sonra yavaş yavaş uykuya dalıyor. Öyle istiyor. Çekip uzatıyor ayaklarını. Bilmem. Evet. Soru soranlar cevap bekliyor. Tamemen teşekkür ediyor. Thank you for the great pleasure.

Cumartesi, Temmuz 11, 2009

Benim Hepiniz, Ne Fark Eder?

Topluyorum eşyalarımı.
Yine gidiyorum.
Rüya mı? Görmüyorum.
Ağlamak mı? Bilmiyorum.
Gurbet, özlem. Onlar da ne?

Taşlaşmış kalbim,
Bunları bilmez benim.
Bir tek aşka yer bırakmıştım.
O da kapanıyor şimdi.
Bakalım yer kalacak mı?

Aslında niyetim,
Yarısını taşlaştırmaktı kalbimin.
Hatta tam değil. Biliniz.
Şu günlerde sıkıntı yok.
Beklerim gelin hepiniz.

Ya işte,
Baktınız tekrar sıkıntı var burada,
Benim yanımda sıkıntı var.
Gidersiniz.
Başka kucaklara.

Kalanlarınız olur yine de belki.
Oluyor çünkü bazen.
O zaman daha güzel günlere
Hep birlikte,
Onlarla gideriz.

İmkansız

Evet başlıyorum. Sıkıldım aslında. Bak neler fark ettim neler.. Mesela çok mutsuzken, bir anda mutlu olduğum o eşsiz anda yazdığımı. O eşsiz anın sadece bu muhtakbel amaca hizmet ettiğini. Daha neler neler söylenebileceğini. Ama o kadar hızlı olamayacağım için gözlerime bakılması gerektiğini. İşte bu sebeple, insanların gözlerine bakmanın aslında ayıp olmasının bana çok saçma geldiğini.. Madem iletişim, madem anlaşılmak istiyorum, o zaman insanlar baksın gözlerimin içine. Tüm çıplaklığıyla, okusunlar düşüncelerimi. Söylediklerimi naklen duysunlar. Aşkı mı da nefretimi de görsünler. Sonra gerekeni hep birlikte yaşayagörelim. Bakalım bakalım.

Her ne olursa olsun. Ne olur, ölelim. Öldürün bizleri lütfen, sonra daha güzel bir dünya’ya sahip olmak umuduyla. Çalın, çırpın. Benim neden yok! Sıkıldım ben aslında. Ama bu saatten sonra, göstermem bile. Gelip geçici uğraşlarla kendimi avuturum. Tamamen çözümü kim kaybetmiş ki ben bulayım. Yapacak hiç bir uğraş bulamasam bile avunmak için, bu kez de uçmaya çalışırım belki de pencereden aşağıya atlamak suretiyle. Uçabilirsem ne mutlu, uçamazsam da iş kazasıJ Problem değil. Sıkıntı yok yani.

İnsanlar, bize garip gelenlere ne de tuhaf gözlerle bakarız. Evet doğru aslında. Her zaman her istediğimizi de yapamayız. Anamız, babamız var. Diğer yaratıklar var. Devlet var. Maliye var. Kanun var. Bir de yukarda Allah var. Doğru. İşte bu yüzden kendimi öyle bir biçime sokarız ki. Patlamaya hazır bomba gibi. İşte o zaman da kimse kimseye yaklaşamaz. Korkar insanlar, yanıbaşındakinden kötülük görmekten. Üzülmekten. İşte demek ki bu yüzden benim düşündüğüm teori; insanların yarısı mutluyken, diğer yarısı mutsuzdur. İşte bu yüzden imkansızdır mükemmelliğe ulaşmak.

Bir söz vardır; ağacın en tepesine çıkmak için yıldızları hedef almak gerekir. Hani. O zaman hiç ulaşamayız hedefimize. Burdan çıkacak sonuç için bence çok basit; aslında kimse hedeflerine ulaşamaz. En azından, tam manasıyla. O yüzden herkes daha büyük hedefler koyar. O zaman kimse mutlu olmaz. Çelişki var burada dostum. Hayatın her anında iki gaye öğretilmiştir biz zavallılara. Başarıya ulaşmak, mutlu olmak. İmkansız! Bence, bu imkansız. Başarıya ulaşarak mutlu olmak.

Amacımıza ulaşmak da öyle. Bence. Mutlu olmak da. Başarıya ulaşmak da. Ayrı ayrı, onlar da imkansız. Bölük pörçük. Manasız. Haklısın kardeşim. Mecburuz ama yaşamaya. Bize öğretilene göre, yaşamayı da biz istemişiz. Doğru ya da yalnış değil. Kesinlikle kesin değil. Mecburuz sanki yaşamaya..

Çarşamba, Temmuz 08, 2009

Güzel bir Sabah! Acaba!!?

Kendimi özgür hissediyorum. Burada. Bu hengame ve hırsın içinde burası benim cennetim. Dünyadaki. Şimdilik mutluyum aslında ben yalnızca burada, bir de kardeşimin yanında. O kendini biliyor. Sevgilivaridir o. Selam olsun.

İşte bu yüzden planlarımızı yürürlüğümüze koyduk. Beynimizden ziyade kalbimize uyduk. Düşünmeden oturduk. Mehtaba dalmıştım ki. İşte o anda buldum kendimi. Kendi kendimi. Uzun zamandır aradığım benliği. Olmasa da olmuştu bana olan zaten yerini bulmuştu. Güneş ışığı ve sıcağının altında bir nebze esinti olmuştu kalbime. Hamallığımı, yıpranan belki de bedenimi sulayan gül suyu kıvamında gülücükler, buseler kondurmuştu. Kendime olağan çoğunlukla, yumrukla soldurmuştu aslında. Garip değil mi aslında. Anlaşılmayanlar ne kadar da garip. Farklı olmak acı verir. Katlanırsan mutluluk. İşte burada, tam burada tüm farklar biter. Başlar aslında tek gerçek, hepimiz "Bir"iz. Bir'e gideriz. Farklı değiliz. Kesinlikle emin olun, öldüremesek de nefsimizi. Aynıyız!

Sarı bir gün başlıyor. Kuşlar dışarıda. İnsanlar gibi onlar da kahvaltı aranıyor. Ne güzel sabahlar görmüş olanlar bilmiyorlar ki bugün nice mutluların tek güzel sabahı oluyor. Şuan gerçekleşiyor. İnatla. Tüm önyargılara. Aşklar doğacak bugün. Yuvalar yıkılacak. Aşıklar ayrılacak. Çocuklar ağlayacak. Mutlu olan da olacak. Mutsuzlar da olacak. Bugün yine tüm sıradanlığıyla aslında olağanüstü bir halde başladı. Tıpkı yeniden doğan güneşin defalarca tekrar ettiği gibi. Bugünü de..

İnsanlar hep duymak istediklerimi duymak isterler. Acaba! Evet. İnsanlar hep böyle mutlu olabilirler. Çelişki! İnsanlar her zaman mutlu olabilirler. Acaba! İnsanlar bilmecenin içinde bilmece çözdürülenlerdir. Evet. İşte ben buna inanıyorum. Kim ne derse çıksın desin. Umurumda mı? Değil! Ben isteğimi yaptığım misali, istediğime inanırım. En azından inandım. Kesin olmamakla birlikte. İhtiyacımı karşıladım. Evet! Bu günün başlangıcı bana güzel gelmişti.

Zaten ben ya ölecektim. Ya da yazacaktım..

TANRI YAZSIN…




Yaz dedi… Evet yaz… Ne olup bittiyse aynısını…Gidip ilk iş bir kalem alıp: Yazdırdım bende hakim bey…Okumam yazmam yoktur benim.Babamgil elimden tutup ilkokula götürdüklerinde her şeyim tamammış gibi bir tek kalemim noksandı ilk derste.Öğretmen azarlayıp atmıştı dışarı.Bazen denk gelirdi öyle her sene gelen hocalar içinde öylesi.Ters davranırlardı bazen çocuklara,Biran önce dertsiz tasasız bitirip mecburi görevlerini bir şehir merkezine kapak atmaktı dertleri.Gazeteleri,mektupları okuyan talebeleri izleye izleye kahvehane de hasattan sonraları birkaç harf tanıdım.Adımı yazmasını da öğrendim Allah’ıma bin şükür.Her neyse hakim bey sadede geleyim,yaş kemale erip de köyde kuraklık başlayınca dara düştü bütün köy.Köyün bir çok genci gibi bende aldım azığımı düştüm şehir yoluna.Sözde şehirde çalışıp para biriktirip kazandığımla da Almanya’ya işçi gideceğim.Orda da köşeyi dönüp bütün sülaleyi kurtaracağım.Okul okumamış da olsam güvenirler zekama,çalışkanlığıma…Haydarpaşa’da ilk trenden inmemle elimdeki adrese doğru yola koyuldum.Bir kaç sene evvelsi benim emmioğlu bacımla evlendiydi de ardından İstanbul’a yerleştiydiler.Emmioğlunun bir tanıdığı kahyalık yapıyormuş dolmuşlara,işe aldıracak beni.Aksiliğin başı orda nüksetti adresin yazılı olduğu kağıdı bir gence uzattım buradaki adrese gideceğimi söyledim.Beni vapura bindirip Kasımpaşa diye bir yere gönderdi.Oysa Gebze’deymiş bizim emmioğluyla bacım.Nerden bilecez cehalet işte.Kağıtta Kasımpaşa yazıyor sanıyorum,güvendim pezevenge.Afedersin hakim bey.Ağzımdan kaçtı.İstanbul’un büyüsü gözümüzü boyamış.Denize kuşlara köprülere bakmaktan içinde param pulum yolluğum olan çanta kaybolup gitmiş gözden.Deli gibi kalabalıklarda onu aradım durdum.Bulamadım haliyle.Yanlız beş parasız kaldınmıydı bunca kalabalığın içinde düşene birde sen vur misali basıyorlar tepene.Can ağrısı sanma ciğer paralanıyor.Kocaman kalabalık bir caddede dükkan dükkan iş sora sora gittim.Sonunda bir çorbacıda bulaşıkçı aldılar beni.Gece sabaha kadar.Sabah da akşama kadar eve diye yalandan çıkıp parklarda yattım bir hafta.Haftalığımı alır almaz da arazi oldum ordan.Ayıp olmamıştır yok yok.Zaten vaat ettiklerinin altında verdiler haftalığı.Aşçıbaşı da bunu hiç gözüm tutmadı diye fitliyordu patronu ben gördüm kaç kere.Sıkı sıkı tuttuğum kağıt parçasındaki adresi bir polise sorayım dedim.Devletin memurundan başka kime güveneceksin.O da ne işin var bu adreste,nerden geldin,nereye gidersin,kimsin nesin?diye sorguya çekmeye başlayınca korktum.Ne de olsa kafa kağıdımı da yitirmiştim çantanın içinde.İçimden üç Kulfallah bir Elham okuyum demeye kalmadı ‘’kimliğini göreyim’’dedi.Oysa belki panikleyip duaya dalmasam içimden sorduklarına düzgünce cevap versem hiç tutmayacak beni orda.Salacak gideceğim.Derken nezarethane derlermiş oraya.Böyle soğuk,bomboş ve rutubetli bir oda.Sabahına hakim karşısına çıkardılar beni.Hakim ‘’Şu tipe bak,şu tipe bak!’’diye bağırmaya başladı.’’Demek uyuşturucu satıp insanların canına kast ediyorsun!’’Töbe haşa hakim bey benim meselem kimliksizlik,kimliğim çalındı.Korkudan ağlamaya başladım.Bir çok uyuşturucu davası olduğundan beni de onlarla karıştırmış olacak ki günlük rutin fırçasını benim gibi suçsuz bir garibe attı.Canı sağolsun büyüktür devlettir sesimiz çıkmaz.Gereken yapıldı ve ben orda iki şey öğrendim hakim bey.Bir kimliğini asla kaybetmeyeceksin,iki uyuşturucu satmayacaksın...Yaradanın hikmeti işte.İyi ders oldu bana.Karakoldan çıkınca yürüdüm boylu boyunca koca şehirde.O kalabalıktan korkan ben,daha korkunç bir olayı atlatmıştım,artık kalabalıklar vız gelirdi onun yanında.Velhasıl bindim Eminönü’nden vapura ordan Haydarpaşa.Göz gezdirdim şöyle bir.Gözüm bir şey arar oldu.Heyecanlanıyordum artık eş dost akraba bir sıcaklığa muhtaç olduğumdan günlerdir bacımın emmoğlumun yanına gitmeye sabırsızlanıyordum.Atladım trene buldum sora sora adresi.Kapıda krallar gibi karşıladılar beni.İçeri bir girmemle gözlerimde şimşekler çaktı.Karşımda bana Haydarpaşa’da adresi yanlış veren adam ve hemen yanında da çantam.Adam beni sınamak için bir eşek şakası yapmış.Şansa sorduğum adresi görünce emmoğlunun daha önce bahsettiği kişinin ben olduğumu tahmin etmiş sözde,tiplerimizi de benzetince odur deyip bir katakulli düşünmüş o sıra.Çalıştığım yerden tut,karakol olayına kadar gözü üstümdeymiş,çantamı da o yürütmüş.Eee tabi ben bunları o an düşünüp akıl edecek kadar sakin değilim.Gelmemle aksiliklerin üst üste binmesi bende biraz sinir yaptı.Vay adi alçak hırsız,dolandırıcı köpek diyerekten hakim bey.Atladım adamın üstüne.Elime geçirdiğim ilk şeyi vurdum adamın başına.Cam bir kavanozmuş sonra kendime gelince söylediler.Adamı hastaneye götürdüler,beni de ayılınca yanına aldı emmoğlum.Olan bitenin aslını orda öğrendim.Ama mahallede olay duyulup yayılınca hastane polisi rapor tutmuş.Adam da bu serseri bu sinirle benim işime yaramaz,cezasını çeksin aklı başına gelsin deyip,baştan önce bir şikayetçi olmuş daha sonra şikayetini geri almış emmoğlunun hatrına.Bende özür dileyip arayı tazeleyince sözleştik.İyileşince adamcağız başlayacam yanında işe.Velakin hakim bey.Adamcağız da diyorum ama düşündüm taşındım hakim bey : bu hikaye de bir suçlu var ve bir tane de alınacak ders.Suçlu kalemimin yokluğuna sebep herkimse,alınacak ders ise bırak insanı yaradan sınasın.İnsanın insana yaşamayı öğretmesi,sınaması zor be hakim bey.Gerek ki ruhu,bedeni ve hayatıyla baş başa kalsın insan.Olaylar bundan ibaret işte hakim bey,şikayetçi olmamasına rağmen kamuyu ilgilendirirmiş benim adamın kafasına kavanoz vurmamın.Takdir senin…Sen de benim kafama vur ödeşelim…

SEYİR


Pek bir sıkıntılıysam böyle gecenin bir vakti eğer
Bilinsin vardır içimi sıkan birşey illa ki kayda değer...
Bomboş bir kalabalıkta dolaşırmışcasına meğer
Bir şelalenin gürültüsünde gibi,zaman akıp geçer.

Zaten yanlızız en kalabalıkken bile
Zaten gönlümüzün gözü yansımıyor ki dile
Gözümüz lokmalarda,hep diğerlerinde
Zaten herkesin bakışı içten,
(Herkesin ki göründüğü gibi değil yani)
Öyleyse gerçek yaşam sızı olmuyorsa biyerlerinde
Son mısraları da oku hisset derinlerinde...

Gözünün gördüğü yüreğinin içinde değil ki
Hayvanın bile yemek için bekliyor ölmeni
Yemek için söz dinliyor,karşılıklı sevgisi
İnsan hayvan,dünya dediğin şey doğa
Kim kimin hakkını yese,kim kimi boğsa...
Ah doğa(tanrı) da insandan olsa,doğaya doğsa
Sorardı bu amatör şair;
Nedir bu işkenceden aldığın keyif
Karşısına çıkıp konuşsa...
Belki bazılarının zoruna gider
Bu sözler birilerine ağır gelir
Belki de anlayan vardır
Zaten anlaşılmamaktan dertli
İşte o amatör şairden nacizane bir şiir...

Salı, Temmuz 07, 2009

Bu gün Her Nasılsa Böyle

Yazmak resim yapmaktır. Bir nevi kaçıştır hayattan. Hatta sevaptır. Okumak da, yazmak da. O zaman bunları bil de benimle tartış. Kardeşimsin. Ama böyle olmaz. Beni de düşün. Ben de senin kopyan değilim zahar. Bana da günah! Tamam acı istedim. Fakat, kendini de düşün. Seni seviyorum. çünkü. Sana da günah! Bak, ben acıyı severim amma çektirene çok pis çektiririm.

Küfür... Gülücükler... Kahkaha... Sitem...

Tamam ne istersen onu yap. Uzatmak lüzumsuz. Çık git! Hadi o zaman. Sen tek misin? Sen aslında bensin. Boş vakitlerimsin. Hepimsin sen. Abartma. Tamam. Öldür öldüreceksen. Uzatma dedik ya! Yoksa ben kararımı verdim. Öleceksin sen yoksa! Tertemiz. Sen de istersin çünkü aslında burası kirli

...

Kafamda bir soru soru işareti, sorularrr sorulaarr. Cevapsız sorular kanınla cevap bulacak. Yanıtlanacak. Ben de, sen de. Ama sıra vardır. Ben bununla hakkımı ararım. Gel de seni.. Neyse. Bayramlık bir ağzım bırakalım da öyle kalsın. Çok konuşmasın. Laf yapmasın. Unutulsun gitsin. Otursun oturduğu yerde kalkmasın. Dedikodu nu? Hiç yapmasın. Uzattıkça uzatmasın!

Aklımda Kalmasın (Selamlar!)

Geldim. Bitirdim işleri. Kendim için de. Aslında. Herkes mutlu olacak diye bu sonuçtan. Otururum. Güzel geliyordu. O yüzdendi. Tüm hayalime varıncaya kadar yaptıklarım zorluk zaten. Hayattayız ya. Mecbur olduğumuzda. Olağan oldu. Sorun değil. Gelirim ben de. Seninle olmak çok güzel de ondan. Ne zaman? Söyle gelirim. Acı vereceksen bana. Gelirim. Tatlı acılarından tattır bana. Hayat ya. Gelirim.

Bakma bana öyle derken bakmanda sorun olmayacağını kabul ediyordum. Sonra nedense bir an durakladım. Esinti uçurmasın çabalarımı diye. Çok çabaladım. Oturdum. Baktım. İzledim. Gördüm orada olduğunu. Düşündüm. Yakaladım seni. Korkmadan devam ettim. Sen de oradaydın. Bana iyi bak. Dinle beni. Kızgın gibi geldim sana diye kaçmanı garipsemedim ama ne olur dur biraz. Dinlen. Olağanı bul. Olur çünkü. Bilgisiz olduğumuz kadar da küstahız o yüzden sizinle böyle konuşuyorum. Ne olur beni anlayarak affet sevgilim.,

Söz mü verecektim bir de. Olmaz. Saçmalama güzelim. İnsanlar yapmaz onu. İnanmak sana kalmış. Bak ileri doğru. Atla engelleri. Gelmeyi düşünüyorsan yapacağın bu olmalı diyorum sana. İnanmak sana bağlı. Hayattır. Olur. Dedim ya. Sen nasıl bir taşsan. Değerli. Aslında. O da gerçekleştiriyor kendini bürüyor fizikselliğe. Akıyor sonra. Irmaklardan. Sonsuza kadar. Seni hiç unutmayacağım.

Unutmak mümkün sanmıştım. Ben de aldatıldım. Ben de aldandım. Anla. Sadece sen misin bu hayatta?

Yarım kaldı. Aslında aklımdakiler. Ne oldu, ben de anlamadım. Kim anlar ki zaten. Bıraktım. Nefsim benle olsa da her zaman için anlamamaya uğraştım. Çok çalıştım. Olur sandım. Kısmen. Yakaladım. "Bir daha asla" demek sorunları ortadan silemiyor tamamen. İşte ben bunu yadırgadım. Bağırdım, çağırdım. Küfürler yağdırdım insanların üzerine. Ne fayda! Tekrar kurudu hepsi. Toprak misali ya. Emdiler yağanları. Kurudular. Devam ettiler. Belki hoşlarına da gitti. Dayanmaya mecburdu insanlar. "Enkazdan çıkmak çok da kolay değilmiş" dediler. Bana öyle söylediler. Dinledim. Ama hiçbir zaman inanmadım. İstemedim mi ne. Hala sana binlerce küfür. Sen de öylesin. Haha. Sen Tanrı mısın ki. Güldürme beni. Kimsesizsin sen. Mahkumsun.

Tek kalem de hepsini çizerim. Maksadım, ortadan kaldırmak. Ne oluyordu böyle. Tekrar unuttum. Beynime çok zarar veriyorum. Belki de inandıramadım insanları. O yüzden. Ben unuttum. Kendim için. Nefretle unuttum. İnanma.

Salıverirken tüm benliğimi, korundum. Türlü türlü hastalık var günümüzde. Tehlikeli, tehditkar. Mesela bir tanesi "kibir". AIDS gibiydi. O. Ölümcül bir hastalıktı. Olağan bir hastalık. Ben o yüzden çevremden etkilendim de galiba o yüzden korunmaya ihtiyaç hissettim. Her an sizinleyim ben aslında. Birden. Ben aslında hiç ölmedim. Gelin birlikte elele yürüyelim. Belki bu kez. girebiliriz.dar kapıdan. İnanşlıca ve kural dışı.
varsan. İnan. Nefretle de olsa gerçekleştirdim kendi varlığımı ağır ağır. Acı bir tat alarak ve bırakarak arkamda. Belki de bu yüzden yoruldum. Ama asla. Zaten ben de mahkumdum. Nefrete. Ben de. Kural dışı olmak oldu birden tüm yaşamımın ince hatları.

Fışkırdı. Kabuğunu yırttı. Baktı. Anladı da denemez. Ama devam etti yoluna. Gel de inan! "Çat" dedi. Çatladı sonra kabuk. Bitene kadar tekrar başladım yani bir yolculuğa yeni bir benlikle. Kelebek misali uğraştım. 24 saat bakındım. Yaşamdın. Sonra öldü 1. kelebek, 2. kelebek geldi. Sonra 3. geldi. Geldiler de gittiler. Gittiler. Geldiler. Devam ettik biz kelebekler, 24 saatlerle hayata bakınarak. Sonra nedense bir gün aklıma geldi. Bugünkü beynimle idrak edebileyim diye düşündüm. Bu kez, bak yine yanılmadım. Bugünlerde acayip bir talih geldi oturdu başıma. (İyi!) 7342. kelebek (365*20+...) bugün bende. Hadi bakalım 7342.. Bugün şuan biraz yorgunsun ama. Ölesiye uç. Diğerlerinden hiçbir farkın yok. Unutma 7342., sen yarın olmayacaksın ama işlerin, yaptıkların ile hayatı tamamen değiştireceksin.

Ey dostlarım! Siz ve biz. Hepimiz. İnsanız. Biz. Bir varlığız. Biz. O zaman baksana. Senin yaptığın her hareket aslında benim kontrolümde değildir. Ama aslında öyle. Nasıl olurda senin yaptığın bir hareket (kolunu kaldırman mesela) beni etkilerse, o zaman ben seni kontrol edebiliyorumdur da demekten kendimi alamam ben. Doğru da yanlış da saygıya değer.

Yorulmasam devam ederdim. Yarım kalmasın yine. Hoşçakal sevgilim. 7342. bugün ölecek. Hayatı böyle gerçekleştirecek. Acı çekmek hepimizin hakkı. Gerçekleştirmek. Aslında evrimin affedilmez hatası!?

Pazar, Mayıs 24, 2009

Elma Ağacı

Biraz önce düşündüm de, insan çok sevdiği birinin gözlerinin içine bir süre bakınca içindeki tüm negatif enerji, mutsuzluk, kötülük vs. uçup gider bence. Yani neden gitmesin ki? Çok klişe bir giriş yaptım sanki. Ya da sana zaten bildiğin bir şeyi kendim icat etmiş gibi sundum. Ama ne bileyim, gecenin bilmemkaçında aklına kulak memesi diye yazı başlığı gelen bir insan yavrusu olarak arada böyle çıkışlar yapmam mazur görülebilir sanki. Yani görülmeli.

Sevmek derken de tamamen saf bir sevgiden bahsediyorum. Saf derken de gerçekten saf bir şeyden bahsediyorum. Yani iyi veya kötü ekstra beklenti olmadan. Sana hiç oldu mu bilmiyorum da, hani bazen insan sadece yanında olsun ister sevdiği birisi. Ama sadece yanında olsun. Ona iyi davransın, kötü davransın tabii ki önemli ama "birincil amaç" değil. Yani O'nun elini tutmak değil, elini tutacak kadar yakınında olmak. Birbirinin derdine çare olmak değil de, sadece paylaşmak ve çare olmak istemek. Ya da çare olabilecek olmak. Aklında hoplayıp zıplayan tüm duyguları, düşünceleri, sözleri içine atmak; ama bir yandan da söyleyebilecek olmak. Uyku tutmayan bir gün yataktan tavanı izlerken aklına gelmesi ama hayal kurmak değil. Sadece O'nun varlığına sevinmek. O'nun dünyanın en iyi, en güzel, en mantıklı insanı olması değil, O'nun sadece "O" olması. Konuşmak da değil, yanında oturmak sadece. Ve görmesen de, saatlerce bakabilmek O'na.

Ruhlara, doğa üstü güçlere ve bilumum garip şeye inanan biriyimdir. Hatta zaman zaman bu doğa üstü güçleri doğa seviyesine çekerim. Kendimce manevi olaylarla fiziksel bağlantılar kurarım. Teoriler ortaya atarım onlarca. Sonra önemli bir kısmını unuturum bu teorilerin. Yine benim de bazen doğa üstü diye adlandırdığım şeyler, teorilerimde doğanın bizim algılayamadığımız katmanlarında cereyan eden şeyler haline geliyor. Sırf görsel açıdan bile algılayamadığımız alan algıladığımız alanla karşılaştırınca dağlar kadar kalırken, olayı tüm algılarımıza yaydığımızda, bir de bizim varlığından bile haberdar olmadığımız algı türleri olduğunu haklı olarak varsaydığımızda, kesinlikle haklıyım diyemesek de, büyük ihtimalle haklıyım diyebiliriz sanki, değil mi sevgili okur? Mesela sen tavanda yürüyen periyi göremiyorsun diye, onun var olmadığını nasıl iddia edebilirsin değil mi? Edemezsin bence.

İşte insanlar arasında etkileşimi sağlayan, bilinen birçok etmenin yanında, anlamlandıramadığımız ama enerji olarak adlandırdığımız yine birçok etmen var; olmalı. Yolun karşısından gelen yaklaşık yirmi metre uzaklıktaki kadınla/erkekle bazen anlamsız bir şekilde göz göze gelmemizi sağlayan feromonları bir yana koyarsak, yakınımızdaki hoş yaşam formunun yaydığı o enerjiden hoşlandığımız, lakin çoğu zaman adlandıramadığımız da bir gerçek. İster enerji diyelim, ister elektrik diyelim; bir insan evladını bize çeken veya iten "bilinmeyen bir güç" var. Bazılarımız bu bilinmeyen gücü ilerleyen seviyelerde aşk olarak adlandırıyor, veya aşkı bir "ilerleyen seviyede bilinmeyen güç" olarak adlandırıyor, orasını bilemem. Nasıl bileyim, bilinmeyen güç bu zaten. Sen de bilmiyorsun, şimdi muzip gülümsemenle afra tafra yapma bana.

Tabii bu bilinmeyen gücün illa ki seksüel manada bir açılımı olması gerekmez. Sevdiğimiz veya sevmediğimi arkadaşlarımızla aramızdaki bağ da çoğu zaman bilinmeyen güçlerle alakalıdır. Bir insan varlığıyla birçok ortak noktan olabilir, belki sevdiğin bir yaşam tarzına sahiptir. Fikirlerin neredeyse aynı olabilir, ama anlaşamayabilirsin de. İşte dersin ya o zaman: "bir sorun var ama, ne acebaa?" Bilmiyorum sevgili okur, sen de bilmiyorsun kandırma kendini zaman zaman. Yine de kendine çeki düzen ver. Adam ol biraz. Mesele insana, iyiliğe ve güzelliğe değer vermek olmalı bence. Beklenti oldu mu sıçıyoruz çünkü. Sen de insanı sadece değer verilecek, sevilecek bir şey olarak gör. Sonra gözlerini yavaşça yukarıya dik, kafanın üzerinde bilinmeyen güç haleleri oluştuğunu göreceksin.

Cumartesi, Mayıs 23, 2009

Was Dr. Frankenstein a Sinister, or Just a Broken-Hearted Child?

The book “Frankenstein” by Mary Shelley is a significant example of gothic literature. It was written in the 19th century, just a few decades after the Industrial Revolution and it was written by a nineteen-year-old woman which makes it quite marginal at the time of male dominance in Europe as well as in most of the world. The political critiques of this book are widely spread as ways of approaching the subject. Some critics take the book as an example of feminist approach to the time the author lived in; some critics are thinking about the book as a symbol of Marxist outbreak –at least on the level of ideas- against worsening living conditions of working class after the Industrial Revolution.

One cannot, of course, actually know what the author might have thought while writing this book, or what she wanted to impose on the audience, even whom she wanted to be the audience. The mostly known thing about the author is that she was a real intellectual compared to women at her age in the time she lived. She knew much about the recent history –of that time- and politics. That she knew much about politics and history and that she was a part of a quite marginal group of women in that time do not mean she wrote all the so-called symbols in the book Frankenstein on purpose. Because of the cultural properties of 19th century Europe and because of the place of women among men in that time, it would be almost impossible to have an interview with Mary Shelley. This situation also makes it impossible to know whether she meant to approach the matters of the 18th and 19th century with a feminist or Marxist perspective. The seemingly most logical way of “guessing” the purpose of the author while writing the book Frankenstein is trying to analyze the book psychologically. We need to examine especially Victor Frankenstein to get more realistic ideas about the author’s thoughts.

While just skimming through the book, one would first realize the impacts of the monster Victor Frankenstein created on Victor’s and his family’s lives. But if examined deeper, it could be more obvious that those impacts were the effects of another impacts especially from Frankenstein’s childhood. The story in the novel ends with great problems and more complex consequences. But when we take a look at the book beginning from the end and going backwards, we can see that those great problems has much smaller but more important causes. The novel is a great organization of psychological and sociological disasters continuing one after another all the time. Maybe that is why Paul Sherwin says in his critique about the book Frankenstein: “Mary Shelley might well have titled her novel One Catastrophe after Another” (883).

The novel contains some figures related to famous concept of Oedipus Complex by Sigmund Freud. Oedipus Complex is described as a child's sexual desire for their parent of the opposite sex, especially that of a boy for his mother in psychology.[1] In the article “Sibling Rivalry, the Oedipus Complex, and Myth”, it is suggested that Oedipus Complex is not only about the child’s sexual desire for his mother or his feelings of rivalry against his father, also about his father feeling the fear of replacement by his son (F. Herskovits; M. Herskovits 1). It is argued that boys -before a certain period- have feelings of sexual interest in their mothers and this makes them think that their father is an enemy wanting to take their mother away from them. The idea of Oedipus Complex was constructed many years after the book Frankenstein had been written. It shows the applicability of the concept on lives of the people in different periods of time. Frankenstein’s behaviors and decisions may as well be examined according to the concept of Oedipus Complex.

Frankenstein’s life has many figures indicating changes in his psychological state throughout different time periods. The most significant changes in his life seem to be originated from the process of creating the monster and the most obvious fact in the novel is the conflict of opposite emotions the “Creature” felt against Victor Frankenstein and vice versa. Victor wants to create life, and succeeds. He creates a living thing. While he is watching it in the process of constructing its body, he is all excited and seemingly proud of himself. But when he sees it, all of the excitement and happiness in his heart suddenly disappears. He starts to feel horror because of the ugliness he created. He created life, it is a great thing but he is also scared and in regret. He does not know what to do, and he escapes from the room the Creature was animated. The Creature is also confused. On the inside it is thankful to Frankenstein as he gave it life; but it is also angry against him because he does not want it. “While the unconsummated spirit raised by Frankenstein cannot be put to rest, one might suppose that das Unheimliche[2] can be contained within the spacious edifice of Freudian psychoanalysis” (Sherwin 884).

One of the most important things shaping Victor’s life is his mother’s death. As Sherwin dictates: “A reading of the oedipal drama the novel re-enacts can begin with a notice of the first overt catastrophe recorded in Frankenstein’s narrative: his witnessing, at fifteen, the terrible power of a lightening bolt during a thunderstorm . When the adult Frankenstein describes the event, which occurred at a time when his enthusiasm for alchemy had redoubled the urgency of his endeavors to penetrate nature’s secrets, his excited betrays the insistent presence of a forgotten childhood scene” (884). It is the beauty and the strength of the bolts of lightening what made Victor think about trying to learn nature’s secrets and control them. He was a young boy at his fifteen when he experienced this scene, but after his mother died he experienced the effects of his subconscious about his early childhood feelings. Maybe he was not aware of that, but he actually wanted to believe in controlling the power of the nature to bring his mother back to life. He first wanted to make sure inanimate things could be given life. “Waldman’s vision of the master who can refind the lost object and command limitless power has the characteristically unsettling impact of a pubescent irruption of libido, and the idea of the mother, set free by death for fantasy elaboration, becomes the focus of the regressive descent into phantasmagoria that constitutes Frankenstein’s reanimation project. … Having fully remembered the form of his desire, the mother restored by a far more radical rescue than the one by which the father claimed her, he is ready to draw rebellious Promethean fire down from the heavens and realize his grandiose conception, the creation proper” (Sherwin 885). He is kind of punished by seeing the ugliness of the creature and suffering the disastrous things it is doing; for not only playing with the secrets of nature, also having sexual feelings –subconsciously- about his mother. The details that remind us about the Oedipus Complex are not only in Victor’s mind or subconscious, they are also between the creature and Victor.

In his psychological critique about the book Frankenstein, Paul Sherwin claims that the animation of the creature symbolizes a sexual process –especially of men-. He argues that the monster is a beauty while it is sleeping, but the awakening of the monster erases all the beauty of the process of animation (885). Here, the process of animation and monster’s sleeping beauty symbolizes the act of sex, and the moment of animation symbolizes orgasm. In a very simplified perspective, Victor can be thought as a man who turns his back and sleeps after sex; and the creature can be thought as a desperate, unhappy wife who will consequently become an unfaithful woman seeking for attention. Victor’s feelings about the creature can also be connected to sexual thoughts in Victor’s subconscious. The creature’s extraordinary size represents the extraordinary degree of masculinity. And Frankenstein (the figure of a father) is upset about the Creature (the figure of a son) taking his place. This great symbolic masculinity of the creature may also be interpreted as a great power against Victor. So, the Creature could be examined as fantasy father (Sherwin 885). The relationship between Victor and the monster cannot completely be seen as a father-son rivalry. The monster wants to be seen like other people, wants to be recognized. It wants to live like a normal person, and it takes Victor as the closest example for himself. He wants to own things like Victor has; he wants to do things like Victor does. Rather than a father-son rivalry, it is more like a rivalry between the ones who are on the same level, like siblings. According to the article Sibling Rivalry, the Oedipus Complex, and Myth: “The father’s jealousy of the son can be conceptualized as that aspect of the sibling rivalry complex which, through projection, reactivates the infantile competition for the mother other in terms of competition for the affection of the wife, who is the mother of his son” (F. Herskovits; M. Herskovits 15). Especially after Victor promises to build a female creature to accompany the first he has created, the Creature calms down a little bit as it thinks it is approaching the life standards of normal people, especially Victor. But Victor goes back on his word and tears the female Creature. The moment that the creature gets closest to the life of normal people is destroyed. With this disappointment it wants Victor to suffer like him. “After Frankenstein breaks his word, mangling the half-finished monsteress in full view of the Creature, the Creature keeps his. The killing of Elizabeth is at once a way of establishing a relationship with the only human being to whom he can claim kinship and a desperately antierotic act designed to teach his creator what he suffers” (Sherwin 889).

The way Mary Shelley tells that Frankenstein’s childhood memories and the experiences which trigger his subconscious construct much stronger consequences and her consistent style show that Mary Shelley was really good at reading and communicating human emotions as if they were real. The psychological figures that we know with contemporary science can be experienced in all lines in the book Frankenstein. It cannot really be known whether she wrote this book to object a political idea or not. But it is obvious that she was very good at constructing realistic human lives in fiction.


Yusuf Salman

March 2008


Bibliography

Herskovits, Frances – Melville. “Sibling Rivalry, the Oedipus Complex, and Myth.” The Journal of American Folklore. Vol. 71, No. 279 (Jan. - Mar. 1958).

Sherwin, Paul. “Frankenstein: Creation as Catastrophe.” PMLA. Vol. 96, No. 5 (Oct. 1981).



[2] The Freudian concept of an instance where something can be familiar, yet foreign at the same time.

Source: http://dictionary.reference.com

la musica de istanbul

sizi bilmem, ama ben severim sessiz ve sakin bir anda duymayı ezan sesini.

akşamüstüdür, günün en dingin zamanı... eve dönüş telaşı ve kalabalık dinmiştir halihazırda. ya da başka diyarlara zaten doğmuş olan gün doğuyordur bu sefer de İstanbul'a. ışık sessizce süzülürken karanlığın içine, bir kuş sesleri vardır kulaklara şenlik, bir de ezan sesi. o bitmek bilmez, kendini tekrarlayan melodi. ve dinginlik. kulaklara şenlik.
yok hayır, bu dini bir sevda değil sevgili okur. bu bir güzellik sevdası ta içimde duyduğum ve her fırsatta keyfine doyduğum. beklenmedik bir anda denizde dansını gördüğünüz güneş ışınlarındaki güzellik bu. keyifli bir anınızda o tanıdık şarkıyı uzaklarda biryerlerde çalarken duymak gibi bunun verdiği his. bazen gülümseten, bazen hüzünlü...
bir de istanbul'a çok yakışan bir ses bu ezan sesi. kulakları tırmalayacak derecede yüksek ve baskın. ağır, demirden bir top gibi. ve kesinlikle akıcı, su gibi, deniz gibi. istanbul'un boğazı gibi.
hele de hafif bir ruzgar varsa yüzünde kıpraşan, deniz kokusu varsa havada, bir sahil kenarında mesela, bir de renklerin en güzeli, parlament mavisiyse hava... daha da bir güzel gelir ezan sesi.
için ürperir.
kim bilir, belki etkisindendir bu güzelliğin, belki de sadece üşüdüğünden.

Çarşamba, Mayıs 20, 2009

Renk Kırıntıları

Kahve çekirdekleri arasında kaybolmuş gibiyim. Tamam, koku çok güzel ama nefes alamıyorum bir yerden sonra. O minik lezzet canavarlarının binlercesinin, milyonlarcasının altında eziliyorum, iki büklüm oluyorum. Tabii ki zaman geçince kaslarım gelişecek uğraşmaktan, artık daha kolay dayanacağım var olmamanın dayanılası ağırlığına. Yine de çıkamayacağım o kahve çekirdeklerinin altından.

İşte hayat, güzel kokuların içine yedirilmiş dayanılmaz ağırlıklardır bence. Bazılarının altından çıkamayız. Sadece altında yaşamayı öğrenmek azıcık fayda eder. Bencil canlılar olarak ise aşağı yukarı her şeyin altından kalkmaya çalışırız. Bu açıdan asıl mesele altından kalkılacak yükle, altında yaşamaya alışılacak yükü ayırabilmektir. Bu da aynı dinlenmeyecek bir şarkıyı silip atmakla onu dinlemeye alışmak arasındaki farka benzer. Bazen silemezsiniz, belki çok sevdiğiniz birisi yollamıştır, belki silmeye dermanınız kalmamıştır artık. Ama o şarkıyı dinlemeye alıştıkça, o sizi değiştirir. Herkesin altında yaşamaya alıştığı en az bir kahve çekirdeği, dinlemeye alıştığı en az bir şarkı olduğunu düşünürsek; insanları karşılaştıkları zorluklara karşı oluşturdukları tepkilere göre değerlendirmek de saçma olacaktır sanıyorum. Aslolan insanın içinde o değişmeyen birkaç nota, gelişmeyen birkaç kas mıdır ki? Bunu da bilemeyiz... Hem neden insanları değerlendirelim ki gibi fevri bir çıkış da yaparım! Ama sonra kıvırırım, ne ki bu? Tüm hayatını insanları değerlendirmek üstüne kurmuş şahıslar varken, hepimiz bunu az buz yapıyorken...

Yargılamak değerlendirmekle bağlantılı olsa da, çok farklı bir şey. O yüzden hiç girmeyim. Kendimce ahkam da kesmem gerekirse diyebilirim ki, insanların gözlerinin içindeki ışığa, yaydıkları enerjiye bakmaya çalışın. Alışmayı öğrenmektense, o enerjiyi hissedebilmeyi öğrenmek çok daha güzeldir bence. Ben çoğu zaman hissedebildiğimi düşünüyorum; belki hissedemiyorumdur, hissettiğimi zannediyorumdur, bilemem. Ama şimdiye kadar -öğrendiğimi düşündüğümden itibaren- yanıldığımı hatırlamıyorum, eminim ki şimdi de yanılmadım, umarım ki sonra da yanılmam.

Pazartesi, Mayıs 18, 2009

Kulak Memesi

Öncelikle bir açıklama yapayım. Önce başlık geliyor aklıma hep, sonrasında ise başlıkla alakalı ya da az alakalı olarak aklımdakileri döküyorum. Bu sefer de aklıma durduk yerde kulak memesi geldi. E be Yus, durduk yerde aklına kulak memesi gelen bir insan mısın diyen olursa bilin ki o çok kötüdür, şeytandır. Bugün çok absürd bir dörtlü-ortaya çıkmazlarsa isimlerini açıklarım- olarak yaptığımız muhabbetimizde sürrealizmden nargile dumanının havadaki hareketine, gruptaki şair şahsiyetin hamburger üzerinden modernizm eleştirisi yapmasından gruptaki nihilist olmayan kişinin Dali bakışı ile fotoğraf çektirmesine kadar, deli kişinin her söylediği cümlede ayrı bir kafa karışıklığına uğramamızdan müzik uzmanı kişinin gidecem diye tutturmasına rağmen onu zorla orada tutmamıza kadar, -cümle çok uzun oldu ama- felsefeden erkek muhabbetine kadar normal olmayan bir insanın aklına gelebilecek her şey vardı. Gecenin bu saatinde benim aklıma kulak memesi gelmiş çok mu? Bu da mı gol değil hakim bey? Bu da mı gol değil demişken; evet bunu da tartıştık. Dünyanın geleceği açısından, bir araya gelmesi son derece tehlikeli olan bu dörtlüden çok bahsettim, kesiyorum.

Geçen gün yine depresyona girmişken kafamı boşaltayım dedim, o da ne! Yazıyorum ama duramıyorum! Sabaha karşı ışıkları kapatıp devam ettim aydınlanan havadan dolayı. Bir anda aklıma son cümle geldi, onu da yazdım ve defteri yere fırlatıp olduğum yerde uyuyakaldım. Tükenen şeyleri sevmeyen bir insan hayvanı olarak uzun zamandan sonra elime kağıt kalem almak oldukça rahatlatıcıydı. Yıllardır klavye ergonomisi sağlamak üzere evrimleşmiş ellerim ağrıdı biraz ama değdi. Bu sondan bir önceki depresyonumdu, iki gün önce de son depresyonuma girip çıkarak dönemi tamamladım şükür ki! Artık daha bir yolda gördüğü ters dönmüş böcekleri çeviren, daha bir kuşa buluta bakan adamlardan oldum sanıyorum. Evet duygusalım(ulan), zorunuza mı gitti? Beni çekemeyenler uydu anteni alsın geyiği etrafından dönen konuşmaları da, yazıları da sevmem; o yüzden merak etmeyin, böyle devam etmeyecek. Ne böyle devam ediyor ki, değil mi sevgili okur? Ben kafamı belli başlı şarkılara takmışken hazır, onlar üzerinde oynamayı da huy edinmez miyim kendime? Edinmem. Niye edineyim? Ama arada sırada yaparım. Genelde çok alakasız, duygusal veya garip şarkı söylerinin sonuna -çok afedersiniz- a.. koyim, a...na sıçayım(sansür yanlış oldu sanki) veya sikt.r git o zaman gibi ifadeler koymayı seviyorum. Yanlış anlamayın, erkek muhabbetinin iğrençliğe sürüklendiği aşırı sap ortamlarda bile küfrettiğim nadir görülmüştür; ama şarkılarda çok güzel duruyor. Siz de yapıyorsunuz, yapmıyor musunuz ki? Yapmıyorsanız bu yazının burasına kadar gelmiş olmanız kişiliğiniz açısından büyük bir zaman kaybıdır bence. Zira, saçmalamaktayım satırladır. Kulak memesi yumuşaklığında bir hayatın ortasındayım diyerek başlığın yazı içinde geçtiği bir klişe örneği de veririm. Ya da vermem, ama yine de silmem cümlemi. Cümleler silinmek için çok değerlidirler bence. Elime bulaşmış balı silmeye kıyarım ama cümle silmeye kıyamam.

Şu an susuzluktan ölmekteyim. Hafiften soğuyan hava moralimi tavan yaptırsa da; koltuğumu biraz geriye çekip, yavaşça ayağa kalkarak(filhakika oda arkadaşım uyumakta), kapıya doğru yürüyerek, ihtiyacım olan su miktarını damacanamdan çekip, aynı şeyleri tekrar tersten yaparak yerime oturmak, ve daha da kötüsü hiç yeri olmamasına rağmen "filhakika" sözcüğünü kullanma isteği bastırmasının nedenini düşünmek çok uzun ve yorucu bir prosedür. Şu an tek duymak istediğim ses Nicole Kidman'ın sesi zaten, sürtünen koltuk sesi değil. Ne kadar güzel sesi var hatunun değil mi sevgili okur? Oyy yirim onu ben. Nitekim sarışınlardan hoşlanan bir bünye de değilim. Ama bunun konumuzla alakası yok. Sahi, konumuz neydi ki zaten? Kulak memesi üzerine post-travmatik deneyimlerimi anlattığım bebek kafası tarzı bir yazı mıydı ki bu? Bu bir yazı mıydı ki? Andre Breton yazı yazıyor(duy)sa ben ne yazıyorum? Ben yazı yazıyorsam o ne yazıyor(du)? Bu aralar çok kompleks yaptım. Yazdıklarımı beğenmiyorum. Kompleksli bir bünyenin yapacağı ilk iş ise diğerlerinin de kendisini beğenmediğini düşünmektir bence. Yani ben kompleksliyken içten içe onu düşünüyorumdur. Yani kompleks bu, bilinçaltı ile alakalı. Bunu burada iyice açıklarsam bilinçaltı kalmaz, bilinçli olurum. Bilinçliysem niye kompleks yapayım? Daha da önemlisi, bilinçliysem neden kompleks yapmama rağmen gittikçe daha çok yazayım?

Edebiyatın içine ettikten, tarzımı parça pinçik ettikten sonra; bir de gereğinden fazla uzatmışken, birine de seslenmek istiyorum buradan.(tabii istemekle yapmak ayrı şey sevgili okur, neyse geçelim). Birine seslenmek de garip bir şey aslında yazılarda, en azından direkt olarak yapıldığında. Özellikle başkaları tarafından yazının okunurluğunu öpüp atıyor genellikle. Çok güzel seslenenler de var, ama ben onlardan değilim sanıyorum. Benimkisi bozuk, çatlak bir ses oluyor genelde. Bazen sesim de çıkmıyor. Derdimi bile anlatamıyorum, yazıyı piç ettiğimle kalıyorum(hâlâ etmediysem). Boğazım kurumuşken ağzım kapandığından olsa gerek, daha da yazıyorum. Ben yazıyorum, yazı piç oluyor. Yazı piç oldukça toparlamak için(neden?) daha da yazıyorum. Toparlamaya çalıştıkça... Böyle bir kısır döngü içinde bir kulak memesi gibi kalakalıyorum(ahaha yine yaptım). Son 7-8 yılı çok yoğun olmakla beraber kendimi bildim bileli yazıyorum. Ne zaman kendi kendimi yargılasam, düşüşe geçiyorum sanki. Kendimi ifade edemiyorum ki, başka şeyleri ifade edeyim.

Her kötü yazımda bahsettiğim Natalie'den burada söz etmek istemiyorum. Ama etmeden de duramıyorum, o kadar güzel ki! Kaldırımda otursun, bana "hello stranger" desin istiyorum bazen. Neyse, bulutlar kızarıyor, yeni delinmiş bir kulak memesi gibi(yihehee). Yağmur yağıyor mu bilemiyorum. Kulağımda kulaklık var, kulak mememin az yukarısına taktığım(öeh yeter artık demeyin, kusana kadar yapacağım). Büyüktüm, kocamandım, top da oynamadım ama acıktım ben. Su içmeye kalk(a)mazken, yemek yemeye kalkmak çok ütopik geliyor bana; aç uyurum galiba bu gün, öğle vakti yirim. Çok açım be Atam!(aha, deforme edilmiş bir film repliği de koydum) Arada sırada parantez coşturmayı da severim. Parantezler hepimizin bildiği gibi felsefi, psikolojik vs. olarak derin anlamlar taşır. O anlamları verebiliyor muyum bilemem de, kullanmayı seviyorum arada. Biraz daha bohem olsam kullanmayabilirdim belki... Bohem olsam mı? Bohem olunmaz, doğulur mu yoksa?

İşte kayboluyor her şey, anlatamıyorum. Bilemiyorum! Belki bugün kafam karışık değildi, ondan...