Pazar, Ocak 04, 2009

Obsessive Pursuit

Her gece yaptığı gibi yatağına oturdu. Battaniyesini ayaklarına örttü ve kitabını eline aldı. Jack London’ın Vahşetin Çağrısı adlı kitabını okuyordu. Tabii ki bir elinde dondurucuda beklettiği bardağına doldurduğu buz gibi viskisi vardı. Bardağını ve viskisini soğuk tutarak buz kullanmaktan kurtuluyordu. Kim sulu viski içmek isterdi ki? Küçük ama dolu dolu bir kitaptı okuduğu. Kendisi de aynı kitaptaki gibi gittikçe hayatından uzaklaşıyor, benliğini buluyordu. İnsanın içinde gizli o vahşiliği ve içgüdüyü takip etmenin dayanılmaz hafifliğini tadıyor, tadını beğendikçe bir bardak daha istiyordu. Şişenin yarısına geldiğinde okumayı bıraktı. Yarın uzun bir gün olacaktı ve dinlenmesi gerekiyordu.

Erol yalnız bir adamdı. Arkadaşı yoktu hiç. Arada sırada selamlaştıklarını saymazsak. Onlara da arkadaş denemezdi zaten, değil mi? Dışardan sıradan ve ezik gözüken hayatını yaşarken kendisini bile hayretler içinde bırakıyordu. Her geçen gün kendi karşısına başka sürprizlerle çıkıyor, her saniye yaptıklarına şaşırıyordu. Olayların başına dönersek, böyle yaşamaya başlaması çok çok önce değildi dersem yalan olur ama olmaz da sanki. Bundan tam 10 yıl önce, henüz lise yıllarının ortasındayken ve yalnız olduğunun -belki de ömrü boyunca yalnız kalacağının- yeni yeni farkına varmışken bir kızla karşılaştı. Kendisinden bir-iki yaş küçük olan Esra’nın upuzun kıvırcık saçlarından, olgun bir kadın ciddiyetine sahip olmasına rağmen güldüğü zaman bir çocuk masumluğunu alan yüzünden etkilenmesi çok uzun sürmedi. Onunla tanıştıktan sonra yapacak tek bir şey kalmıştı. Bu tek şey için henüz çok erkendi ama en azından bunu yapabilmek için ortam hazırlamaya çalıştı. Onu gördüğü zaman konuşamıyor, konuştuğu zaman ise bu “havadan-sudan bir muhabbet”ten öteye gitmiyordu. Öte yandan Esra, Erol’a karşı hiç de yakın davranmıyor, aksine ondan kaçmaya çalışıyordu. Bir gün okul çıkışı yanına gitti ve ertesi gün bir yerlerde oturmak için vakti olup olmadığını sordu. Kız aslında durumu anlamak bir yana, her şeyi bir şekilde ortak arkadaşlarının dokundurmalarından öğrenmişti ve bu “bir yerlerde oturmak” eyleminin amacını ve muhtemel gidişatını tahmin edebiliyordu. Erol ise onu öyle bir anında yakalamış ve öyle bir şekilde söylemişti ki bunu, reddedilecek gibi değildi. Konuşmaları gerekiyordu işte. Esra da bir an önce konuşup her şeyin açıklığa kavuşmasını istediğinden olsa gerek, “peki” dedi sadece. Ertesi gün güneşliydi. Açık bir hava vardı ve artık ikisinin de açık olması gerekiyordu. Kahvesini yudumlayan Erol günlerdir, daha gerçekçi olmak gerekirse aylardır ayna karşısında tekrarladığı o konuşmayı yapmak için gelmişti. Ama bunun için gelmiş olmanın verdiği stres ve hayatında aşık olduğu ilk kadının karşısında olmanın verdiği heyecan ona her şeyi unutturmuştu.

-Eee, nasılsın bakalım?

-İyi… Sen nasılsın?

-Fena değil. Her zamanki gibi.

-Yalnız benim çok fazla vaktim yok, yanlış anlama ama.

-Yok canım, ne yanlış anlaması… Ben sadece uzun zamandır sana söylemek istediğim bir şey hakkında konuşacaktım seninle.

-…

-Esra, ben senden hoşlanıyorum. Hem de çok uzun zamandır.

-…

-Aylardır.

-Oha!

Bu anı kelimelerle tarif etmeye gerek yok sanıyorum. Daha ergenlik döneminizden yeni çıkmışsınız. Yeni yeni yetişkin olmaya başlıyorsunuz. Ve ilk kez adam gibi aşık oluyorsunuz. Anlatabiliyor muyum? Bunlar gerçek olduğuna inandığınız, inanmak istediğiniz ilk duygular. Daha önce ne olduğunu bilmediğiniz şeyler. Erol da daha önce her genç gibi birilerinden hoşlanmıştı. Bazılarından karşılık buldu, bazılarından bulamadı. Geri dönüp baktığında hepsine gülerdi. Çocukça şeylerdi çünkü bunlar. Şimdi büyümüştü, olgunlaşmıştı… Karakteri oturmuştu kendince. Ve bu kendi kendine yaşadığı ilk ve tek gerçek aşk, bir “oha” sözcüğüyle yerle bir olmuştu. Sonra söylenenen bir “pardon” tabii ki onun kırılan kalbini tamir etmedi. Esra’nın şaşırmasına imkan yoktu. Biliyordu çünkü neyle karşılaşacağını. Neden böyle söylemişti? Ne yapmaya çalışıyordu? Kısa bir sessizlik, suya düşen hayaller ve açıklanamadan kalan hislerle sona erdi bu buluşma. Arada başkasını sevdiğini de söylemişti ama bunun önemi yoktu. Olmayacaktı işte. Ne şekilde olmayacaksa olmasın, önemli olan olmayacak olmasıydı.

Ertesi gün belli etmemeye çalışsa da ne hissettiği, ne düşündüğü yüzünden okunuyordu. Yanına gelen arkadaşları konuyu açmamaya çalışıyor, mümkün oldukça iyi davranıyorlardı. O da gerizekalı olmadığı için bu yapılanların farkındaydı ama sesini çıkartmıyordu. Zaten birkaç tane arkadaşı vardı ve onlar da yanındaydı işte. Ona destek oluyorlardı bir şekilde. En azından deniyorlardı. Bir hafta boyunca yalnızca yatağında uzandı. Ne ders çalıştı, ne birisiyle konuştu. Ailesi de yanlış giden bir şeyler olduğunu anlamıştı, fakat yapacakları hiçbir şey yoktu. Birkaç gün sonra kitaplarını aldı ve okuluna doğru yola çıktı. En arkadaki sırasına oturdu, birkaç arkadaşıyla şakalaştı ve gün boyunca derste not alıyormuş gibi yaptı. Günlerdir çok garip rüyalar görmüş, hepsiyle ilgili aklında soru işaretleri kalmış ve bugün, tam da bugün hepsinin cevabını bulmuştu. Tüm soru işaretlerini aklında birleştirdi ve bu hikayeye bir son yazdı. Artık hayatı onun için sadece bir malzeme olmuştu. Yaşıyor, tecrübe ediyor ve saçma sapan sonuçlara ulaşıyordu. Ulaştığı sonuçları bir yere not ediyor ve belirli aralıklarla hepsini birden okuyordu. Birkaç ay sonra bunlarla bir şey yapmaya karar verdi. Oturup hepsini, ama hepsini birleştirmeye karar verdi. Yaptı da… Bundan sonra kendisini rahatlatacak şeyi bulmuştu. Hiç oynanmayacak oyunlar ve hiç çekilmeyecek filmler için senaryolar yazıyor, bir kenara kaldırıyor ve sadece kendisi okuyordu. Kendini sinemanın cilcilli dünyasına kaptırması uzun sürmedi. Çok çok alakasız bir şekilde üniversiteden mezun olup mühendis olmasından sonra da sinemanın peşini bırakmadı. Çeşitli eğitimlere de katılarak bildiklerinin genel kültür olmaktan sıyrılmasını sağladı. Şimdi ülkenin önde gelen yönetmenlerinden olmasa da, bazı ses getiren reklam filmlerine imzasını atmıştı bile.

Sadece senaryo yazabilirdi -daha önce yaptığı gibi- veya sadece başkalarının yaptıklarını izleyebilirdi -her insan gibi. Yönetmenken de başkalarının yaptıklarını izleyebiliyor olması onu her zaman rahatlatıyordu. Hem bu sefer neredeyse her şey onun kontrolündeydi. Tekrar belirtmekte fayda var. Onun derdi kontrol sahibi olmak değildi. Sadece gözlemlemekti. Gördüğü, duyduğu ve yaşadığı şeyler hakkında kafasında çeşitli fikirler üretmekten, kendince olayları şekillendirmekten zevk alıyordu. Hayal gücü insan ırkına verilmiş en büyük hediyedir demek istemiyorum. Çünkü sadece insan ırkına verilip verilmediğinden emin olamayız. Yani hani hayvanların tamamen içgüdüleriyle hareket etmesi, düşünememesi… En azından bizim gibi düşünememesi… Belki de düşünüyorlardır, nereden bilebiliriz ki? Belki onların amaçsızca yaptığını düşündüğümüz şeyler sandığımızdan daha karmaşıktır. Ve en önemlisi: belki onlar bizden daha akıllıdır ve yüzyıllardır aynı şeylere aynı tepkileri vermelerinin nedeni sadece ve sadece artık hayatlarını düzene sokmak istemeleridir. İşte bence insanlık en büyük hatasını bu bencilliğinden dolayı yapmıştır, yapmaktadır ve yapacaktır. Biz hem bireysel olarak, hem toplumsal olarak en üstün olmaya çalışaduralım; hayvanlar, deliler ve sanatçılar kendi dünyalarında çok mutlu olmasalar da, en azından kaygısız, tasasız yaşamlar sürüyorlar…

Belki Erol da kaygısız, tasasız bir yaşam sürmek istiyordu. Belki istemiyordu… En azından içinden geldiği gibi davrandı özellikle son yıllarında. Aynı Don Juan gibi her kadında “salt kadın olmaktan gelen” bir güzellik bulabiliyordu. Kadınlar gerçekten güzellerdi. Ve bunun sebebi sadece kadın olmalarıydı. Onların o narin bedenleri, insanlığın başlangıcından bu yana gelen, saflık ve güzellikle dolu sesleri, duygusallıkları, kırılganlıkları onu deli ediyordu. Yılar önce yaşadığı ilk gerçek aşkın hikayesi böyle sona erdikten sonra birkaç ilişki yaşamıştı ama bu ilişkiler o kadınları sevdiği veya hiç değilse hoşlandığı için değil, kadınlar çok güzel yaratıklar olduğu içindi. Sadece onlarla birlikte olmak, hiç değilse onlarla konuşmak, daha da hiç değilse onlara bakmak istiyordu. Bu içinden geliyordu ve onun da bununla bir problemi yoktu zaten…

Arada sırada çektiği şeyler bir süreliğine karnını doyurmaya yetiyor olsa da, her zaman işine yaramıyordu. Para kazanması gerekiyordu ve bunu da ailesinin zoruyla seçtiği meslek olan mühendislik sayesinde az-buz başarıyordu. Her akşam 6′da işten çıkar ve o büyük hayalini gerçekleştirmeye bir adım daha yaklaşırdı. Dünyanın en güzel kadınını bulacaktı. Bunu birkaç yıl önce ilk yaptığında güzel sayılabilecek bir kadını takip etmişti. Ne yaptığını izleyip kendince sonuçlar çıkarmakla harcamıştı o gününü. Amacı her hafta farklı bir kadını, ve bir öncekinden daha güzel bir kadını takip etmek, onların bir haftalık yaşamları hakkında hayatla ilgili dersler çıkarmaktı. Belki de tüm erkeklerin kafasındaki en büyük soru işareti olan “kadınlar ne ister?” olayını sadece güzel kadınlara indirgemeye çalışıyordu. Yanlış anlaşılma olmasın. Onun için bütün kadınlar güzeldi daha önce bahsettiğim gibi. Ama o güzeli değil, en güzeli istiyordu. Güzel olan kadınlarla mükemmel olanlar arasında ne gibi farklar olduğunu inceliyordu. Ve yıllardır hep bir öncesinden daha güzel olduklarını düşündüğü kadınlar üzerindeki düşünceleri tek bir şeyi işaret ediyordu. Onların hepsi kadındı. Ve tek bir şey istiyordu hepsi. İstekleri aynı şeydi. Bu “tek şey”in ne olduğu konusunda hiçbir fikri olmasa da, kadınların hepsinde olan özellikler keşfetmişti ve bunlar onu yanıltacak şeyler değildi. Her kadın kendisini güzel olmaktan, “daha güzel olmaya” taşıyacak ayrı bir özelliğe sahipti ama yine de bütün kadınlar aynıydı. Ve tek bir şey istiyorlardı. Ama ne istiyorlardı ki? Asla takip ettiği kişinin evinin önünde beklemez, geçtiği bir sokaktan bir daha geçmezdi. Takip eder, o gün evlerine nasıl gittiklerini öğrenir, ertesi gün evlerine çok yakın olmayan bir yerde onların geçmesini bekler, geçmezlerse boş verirdi. Onlarla herhangi bir şekilde tanışmamak için elinden geleni yapardı. Yıllardır o kadar çok kadını takip etmişti ki, ister istemez, nadiren de olsa -zaten sadece birkaç tane olan- arkadaşlarının tanıdıkları çıkabiliyorlardı ve onlarla tanıştığında, çalışsa da normal davranamıyordu. Yine de bu onu rahatsız etmiyordu. Hiçbir şey, hiç kimse umrunda değildi. Çünkü gerçek anlamda hiç kimsesi yoktu. Hiç kimsesi olmaması ve hiç kimseye ait olmaması ona sınırsız bir özgürlük sağlıyordu hayatında. Yine de kimseye anlatamıyordu bu yaptıklarını. Onu anlayacaklarını düşünmüyordu. Anlayıp anlamamaları da umrunda değildi ama bilmemeleri hayatında ona daha çok kolaylık sağlayacaktı.

Bir gün işten çıktı ve “gözlemlemek” için bir öncekinden daha güzel bir kadın aramaya koyuldu. Bir yaz günüydü ve henüz havanın kararmasına saatler vardı. Bu seferki kadın uzun boylu, esmer, dalgalı saçlıydı. Üzerinde bir tek “ciddiyim ben” yazısı eksik olan kıyafeti, çok da kısa olmaması için özen gösterilmiş eteğiyle tam bir memur havası vardı onda. Arabasına yöneldiğini gören Erol da kendi arabasına atladı ve takip etmeye başladı. En sevmediği kadın tipi arabası olan kadınlardı. Çünkü bir kadın yürüyorken veya toplu taşıma araçlarını kullanıyorken rahatlıkla peşine takılabilirsiniz. Ara sokaklarda yürüyen herhangi biri olabilirsiniz. Fakat bu “ara sokaklar”da iki aracın uzun bir süre arka arkaya gitmesine pek rastlanmazdı. Ana yolda değilsinizdir, ve herkesin gideceği farklı bir yer vardır genellikle. Birinci birlikte geçilse bile, ikinci dönüşte yollar ayrılır. Erol da nefret ettiği bir şekilde mümkün olduğu kadar yakındaki bir ana yolda bıraktı onun peşini. Ertesi gün de aynı yerde bekledi onu. Bir hafta boyunca bekleyecek ve görecekti. Ne göreceğini az-çok tahmin edebiliyordu yılların tecrübesiyle(!) ama bu seferkinin farklı olduğuna dair bir şeyler vardı içinde. Aşağı yukarı aynı saatte arabasıyla önünden geçti. Erol birkaç saniye bekledi ve anahtarı çevirdi. Zahmetli birkaç manevra yaparak ve mesafeyi korumaya dikkat ederek peşine takıldı. Kadın, Erol’un onu ilk kez gördüğü yere yakın bir yerde durdu, bir büfeden iki gazete aldı. İki gazete almış olması iki anlama gelebilirdi: ya kararsız ve meraklı birisiydi, ya da objektif olmaya çalışıyordu kendince. Aynen böyle geçirdi aklından: “kendince”. En başlarla böyle değildi Erol. Ama yıllardır birçok kadını “gözlemledikten” sonra, ve de en önemlisi hepsinin aynı olduğunu düşünmeye başladıktan sonra ister istemez onlara tepeden bakıyor, onları tanıdığını düşündüğü için küçük görme hakkını kendisinde buluyordu. Bu ufacık kelimeyi aklından geçirdikten sonra zaman kaybetmeden tekrar yola koyuldu. “Muhtemel Hedef”-kendi deyimiydi- o kadar düzgün ve sakin araba kullanıyordu ki, Erol neredeyse bir kadını takip ettiğini bile unutuyordu bir anlığına. MH son olarak pek de ünlü olmayan bir şirketin, yine de içinde çok önemli işler yapılıyormuş gibi gözüken binasının bulunduğu alana girerken Erol da “Bu günlük bu kadar” dedi ve yoluna devam etti. Şirket çok işlek bir semtteydi ve etrafta bu “şirket”lerden başka bir şey bulmak olanaksızdı. Yani onu oracıkta bekleyemez, aynı yerden defalarca geçip benzin parasını tavan yaptıramazdı. Onun da bir tarzı vardı… Tarzından birazcık ödün vermesinin kendisinde uyandırdığı suçluluk hissini, yolun karşısında bekleyip sadece saat kaçta çıktığını öğrenip o günlük kendi yoluna gitmeye karar vererek kapattı. Üstelik o gün “bu” gün bile olmayacaktı. Bugünlük daha fazla uğraşmayacak, yarınının küçük bir bölümünü ayıracaktı bu işe. MH ile önceki gün hangi saatte karşılaştığı olsun, normal bir mesai saatinin kaçta bittiği olsun, tüm ayrıntıları düşündü ve bu iş için yarım saatini ayırmaya karar verdi. Genelde bu tür şeyler için yarım saatini ayırırdı zaten. Yarım saat boyunca bekler, gelmez-geçmezlerse onlardan “vazgeçerdi”. Uzun zamandır oturup adam gibi konuştuğu tek kişi kendisi olduğu için böyle garip bir terminolojisi vardı “kendince”. Hafta içi sadece eve gidiş-gelişi boyunca yollarda, hafta sonu ise bir iki kafe ve barda izlediği bu insan hakkında kararsız ve meraklı olduğu, sigara içmediği, arkadaşlarıyla konuşurken tamamıyla dürüst ve açık olamadığı gibi sonuçlar çıkartmış, bunlar ise kendisine hiçbir şey katmamıştı. Ama çok güzeldi. O günden sonra ne kadar uğraştıysa da daha güzel biriyle karşılaşmadı.

Yapılacak çok şey yoktu. Ya yeni insanlar görmek için uzaklara gidecekti, ya da vazgeçecekti bu “misyonundan”. Yaptığı şey ona göre çok mantıklıydı, ama sırf bunun için işi-gücü bırakıp yeni bir hayat kuracak kadar mantıklı gözükmüyordu. Hayatında düzenli ve bilinçli olarak yaptığı belki de tek şey olan bu “huy”unu terketmesi hiç kolay olmadı. Artık hayat onun için bomboştu. Günlerini içerek, eskisinden daha saçma şeyler yazarak ve sıkıntıdan ağlayarak geçiriyordu. Arada sırada dışarı çıkıyor, tam olarak “sessiz-sakin” diye tarif edilebilecek yerlere gidiyordu. Bir gün yine bu yerlerden birinde barda otururken, yanına birisi oturdu. Aslında tam olarak “yanına oturmak” denemezdi. Oturulacak başka yer yoktu ve oraya “boş olduğu için” oturulmuştu. Bunun zaten farkında olan Erol, uzun bir süre kafasını bile kaldırmadan içmeye devam etti. Dışardan gelen bir gürültüye bakmak üzere kafasını çevirdiğinde ise yanında oturan “kişi”nin aslında o kadar da önemsiz olmadığını anladı. Bir süre durakladığını farkeden kadın, “bir sorun mu var?” dedi. Bunun üzerine Erol biraz daha durakladı ve “Siz benim gördüğüm en güzel kadınsınız” dedi. Kadın kahkahalarla gülmeye başladı. Gerçekten de gülünecek bir şekilde söylemişti bunu ama kesinlikle ciddiydi. “İnanın bana, bu çok bayat bir numara. Ve bunu bana karşı kullanmanızı bir hakaret olarak algılayabilirim. Ama kızamıyorum size nedense…” “Ama ben…” dedi Erol. Kadın: “Ama siz ‘tabii ki’ ciddisiniz, ama lütfen devam etmeyin bu şekilde” dedi. “Allah aşkına gördüğünüz en güzel kadının bir barda yanınıza oturması ihtimali gerçekten kaçtır biliyor musunuz? Kesinlikle düşük bir ihtimal olmalı değil mi? Ben tesadüflere inanmam, bir şeyin ihtimali düşükse de olmayacaktır derim. En önemlisi de: gerçekten çok bayat bir numara bu.” Sanki başka bir şeye sinirlenmiş de sinirini Erol’dan çıkartmaya çalışıyormuş gibiydi. Ki söylediği gibi gerçekten de kızamıyordu Erol’a. Belki de alışmıştı bu tür şeylere. Gerçekten güzeldi ve muhtemelen karşılaştığı birçok erkeğin gördüğü en güzel kadındı. Ve o erkekler, hep bu aynı cümleyi söylüyorlardı. Haklı olabilirlerdi de… Yine de illa ki daha güzel olmasa da daha değişik cümleler kurmaya başlamaları gerekiyordu onu sıkmamaları için. Bardağını başına dikti, çantasını eline aldı ve sinirle çıktı. 5 dakika sonra döndü, Erol’a kartını verip tekrar çıktı. Erol ise “noluyo ya?” veya daha çok ecnebice “WTF?!” havalarında, affallamanın orta kuşaklarında bir şekilde kalkar gibi oldu ama kendisine bugünlük bu kadar dedi. Evine gitti. Ertesi gün sıkıntılı ve gergin bir telefon konuşması yaptı. Aslında konuşma gergin değildi, gergin olan Erol’du. Ne söyleyeceğinden emin değildi. Neyse ki kadın gereğinden fazla iyi davranıyordu ona. Yarın akşam yemek yiyeceklerdi.

Her gece yaptığı gibi yatağına oturdu. Battaniyesini ayaklarına örttü ve kitabını eline aldı. Jack London’ın Vahşetin Çağrısı adlı kitabını okuyordu. Tabii ki bir elinde dondurucuda beklettiği bardağına doldurduğu buz gibi viskisi vardı. Bardağını ve viskisini soğuk tutarak buz kullanmaktan kurtuluyordu. Kim sulu viski içmek isterdi ki? Küçük ama dolu dolu bir kitaptı okuduğu. Kendisi de aynı kitaptaki gibi gittikçe hayatından uzaklaşıyor, benliğini buluyordu. İnsanın içinde gizli o vahşiliği ve içgüdüyü takip etmenin dayanılmaz hafifliğini tadıyor, tadını beğendikçe bir bardak daha istiyordu. Şişenin yarısına geldiğinde okumayı bıraktı. Yarın uzun bir gün olacaktı ve dinlenmesi gerekiyordu. Gördüğü en güzel kadından neredeyse hiçbir şey yapmayarak bir randevu koparmıştı ve bu tek kelimeyle “önemli”ydi.

Sabah kalktı, özenle giyinip -bir erkeğin bu konuda ulaşabileceği sınırları zorlayarak- süslendi. Sıkıcı işine gitti. Gün boyunca kendisine iyi davranılacağından emin olmak istercesine herkese iyi davrandı. Herkesle iyi geçinmeye çalıştı. Sürekli gülümsedi, gerekli-gereksiz yardım etti etrafındakilere. İş çıkışında ise iş arkadaşlarına(!) kocaman birer “kendinize iyi bakın” çektikten sonra o neşeyle kadının evine doğru yol aldı. Kapıyı çaldı. Kadın son hazırlıklarını yaparken içerde beklemesini rica etti. Salona geçip oturdu. Kadın elinde beyaz şarap dolu iki kadehle kapıdan girdi. Yanına oturdu. Kadehlerden birini Erol’a verdi. “Biliyor musun?” dedi. “Bana gördüğün en güzel kadın olduğumu söylediğinde gerçekten böyle olduğuna inandım. Çünkü benim de bildiğim bazı şeyler var. İnsanın bakışından, söyleyişinden, duruşundan anlayabiliyorsun bazen ne kadar samimi olduğunu. İnsan sarrafı olmana gerek yok bir insanın doğru mu yalan mı söylediğini, kendisini nasıl hissettiğini, adresini vermemene rağmen ‘beni evimden alırsın’ dediğinde ertesi gün nasıl yanında oturup şarap içebildiğini anlaman için. Bazen sadece farkediyorsun işte. Gereğinden fazla karşılaştık, olsun o kadar.” Erol kıpkırmızı olmuştu ve terliyordu, tek kelime bile edemedi. “Telaşlanma, her şeyin farkındayım. Neden yaptığını bilmiyorum ama ne yaptığını biliyorum. Ama umrumda bile değil. Sen zaten hazır görünüyorsun. Geç kalmayalım.”

İnsanların kendisini anlayamayaklarını biliyordu zaten Erol. Mesele eğer biliyor olsalardı nasıl tepki gösterecekleriydi. Ve daha önce de bahsettiğim gibi umrunda değildi bu mesele. Bu sefer bu tepkiyi vermiş olan kişi bir şekilde umrunda olan birisiydi ve hiç beklemediği bir tepki vermişti. Daha fazla sorgulamak istemiyordu ama yine de kendinden utanıyordu bu insan tarafından ona iyi davranıldıkça. Yine de pişman değildi. İnsanlar onu anlamıyordu. Bu “güzel” insan da anlamamıştı ama en azından üstüne gitmemişti. Yemek çok güzel geçti. Gecenin sonu da güzeldi. Sabah kalkınca üstünü giydi ve onu uyandırmadan evine döndü. O gün işe de gitmemeye karar verdi. Akşama kadar kendisiyle bile konuşmadı. Televizyonda saçma sapan programlar izledi. Gece olduğunda bir talk show programına telefonla bağlandı ve önemsiz birkaç yorum yaptı. Müziğin sesini sonuna kadar açıp kapının çalınmasını bekledi. Uyarmaya gelen komşusunu azarlayıp kapıyı suratına kapattı. Yine de sesini kıstı müziğin. Artık yapacak bir şeyi kalmadığından emin olunca da geceleri en iyi arkadaşları olan uyku haplarının tümünü avcuna doldurdu. Artık daha çok arkadaşı olsun istiyordu…

Aralık 28, 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder