Pazar, Ocak 18, 2009

Siz Ölü Çocukların Büyümediğine Gerçekten İnanıyor Musunuz?

Biz, ve dertlerimiz… Ne zaman büyüdük farkında bile olmadan, hayattaki en büyük derdi üzerinden geçen bulutların nereye gittikleri olan o küçük çocuktan uzaklaştık zaman içinde. Geceleri üstümüzde anlamsızca dolaşan ve sürekli şekil değiştiren o parlak yuvarlağın sevimli aydede olduğuna inanmıştık oysa. Ama gülümsemiyordu hiç. Hep pencerenin önünde bekledik yıllarca belki bize göz kırpar diye. Ve en önemlisi, belki gerçekten gözleri vardır diye… Bunun kocaman bir yalan olduğunu anladığımızda ise çoktan büyümüştük ve artık umrumuzda değildi. Oysa tek aydede mi vardı? Güneş de o en parlak turuncu kıyafetleri içinde koyu kahverengi dağların arasından çıkarak tatlı tatlı bakmıyordu bize. Her yana dağılmış, parmakla sayılabilecek kadar az saçakları da yoktu.

Çocukluk! Ne kadar da safmışız derler ya… Ne kadar da gerizekalıymışız diyorum ben. Büyüklerimiz bize güneşin her gün sayısı artan mezarlıklar üzerine de doğduğunu, bakışmaya kalkınca gözlerimizi yakacağını; ayın başıboş şairlerin saçmalaması için yaratıldığını ve o merak ettiğimiz bulutların kül olmuş, bitmiş evlerin dumanlarını saklamaya gittiklerini anlatsalardı çok mu şey kaybederdik? En azından bu kadar cahil, bu kadar gerizakalı olmazdık bunlarla ilk karşılaştığımızda. Artık koca insan sürülerinin vahşi hayatlarının sıradan parçaları olmuş şeylere bu kadar şaşırmaz, ağlamazdık. Rafta kalmış son gazeteyi almak isteyen komşumuzun sırtına bir mızrak saplayıp, leşini toplu mezarlara fırlatırdık. Huzur içinde gazetemizi okurken televizyonun önünden geçen eşimize kükrerdik. Bir daha buradan geçmemesi için televizyonun kenarına işeyerek işaret bırakırdık. Belki “sahiplendiğimiz” insanla sokak ortasında birlikte olurduk ama kimse dönüp bakmazdı. Daha özgür olurduk. Elimizdeki silahlar yeterince keskin oldukça kimsenin meselesi olmazdı küpe takmamız, saç uzatmamız, siyah t-shirtler giymemiz. Bir tek hoşlandığımız dişinin etrafında garip danslarla kur yapmamız aynı kalırdı sanıyorum… Ama bununla bir problemim yok –şimdilik.

Büyükler! Neler aldınız elimizden bilmiyorsunuz! Biz de bilmiyoruz ve artık maalesef ki biz de büyüdük. Çocuklarımız asla kızarkadaşıyla yolda yürürken, kırtasiyede fotokopi çektirirken göremeyecekleri aptal kuklaları izleyip eğlenecekler yine, varlıklarına inanacaklar birkaç yıllığına daha. Karşıya geçerken önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakacaklar. Sokakta boynu bükük görse “neyin var yavrum?” demeye zahmet etmeyecek huysuz teyzeler onlardan otobüste yer verme inceliğini bekleyecekler. İnce olmazsa zorla yontacaklar, onlar inceldikleri yerlerden kopana dek. Bir süre insanların neden “özellikle yaşlandıklarında” camilere koşuştuklarını anlayamayacaklar…

Gördük! Siz büyüklerin ne yaptığınızı gördük. Siz büyükler ki, büyük olmanızdan başka bir özelliğiniz yoktu. Ve sizden daha az büyükleri kullandınız hep. Saygı adı altında, itibar adı altında yedirdiler size hayatlarını dilim dilim… Yedirmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Ama neden yedirmeleri gerektiğini bilmiyorlardı. Onları siz inandırdınız. Siz büyükler! Benim çocuğum halının kenarındaki deseni yol zannederek dandik bir oyuncak arabayı sürüp salak sesler çıkartmayacak. Aydedeyi tanımayacak, aya baktığında “ne lan bu yuvarlak” diyecek, taş atmaya çalışacak. Yeterince büyüyünce, ama büyük olmadan, bir 23 Nisan’da o koltuğa oturacak ve bir daha kalkmayacak!

Cumartesi, Ocak 17, 2009

Bulantı

Var. Ne mi var? Kim mi var demeliydiniz sanki... Bazılarınız tam olarak böyle dedi belki, belki bazılarınız hiçbir şey demediler. Var! Tanrı var! Tanrı var ve yatağımızdan yeni kalkmış, pencereden dışarıya bakıyor. Bir elinde sigarası... Kalktığı yer sıcacık kalmış. Ama soğuyacak ve bir daha ısınmayacak orası. Çünkü başkalarına gidecek. Öyle dakika başı tanrı mı çağırılırmış, oturun yemeğinizi yiyin bakayım! O bir sözde-denizci gibi... Her gün başka bir limanda, bir başkasıyla. En azından bizden başkasıyla. Sizi çok mu seviyor sanıyorsunuz? Vallahi kendisine sormak lazım, ben bilemem. Ama dün gece hiç öyle gözümüyordu. Hep bu bir önceki geceler "öyle gözükmez". Bu kadar kısa zamanda güvenirsiniz ona. Darda kalmışsınızdır, yardım isteyecek onu bulursunuz; çok sevinirsiniz, olayla bağlantısı olduğundan emincesine ona teşekkür edersiniz. Tanrının sizden başka işi gücü yok mu sanıyorsunuz kuzum? Nedir sizi onunla bu kadar samimi yapan? Senli-benli olmuşsunuz koskoca tanrı ile! Bir tane "Sayın Tanrım, size yollamakta olduğum iş bu dua'yı en kısa zamanda yanıtlamanızı temenni eder, bilgilerinize arz ederim" şeklinde cümle duydunuz mu insanlardan? Siz onu seviyorsunuz, değil mi? Ama o sizi sevmek zorunda değil... Yüzyıllardır "İsa seni seviyor" ezberiyle büyütülen çocuklar İsa'nın gerçekten onları sevmek gibi bir zorunluluğu olmadığını öğrendiklerinde hâlâ onu sevebilecekler mi? İsa ne yapıyor bilmiyorum ama beni de ilgilendirmiyor zaten. Ama tanrının ne yaptığını biliyorum. Şu an saunada. Birazdan havuza girecek, bir şeyler düşünecek. Sizi düşünmeyeceğinden emin olabilirsiniz. Ama düşünecek bir şeyler. Sonra kurulanıp odasına çekilecek, çekmeceyi açacak. O büyük, kırmızı düğmeye basıp basmamak arasında kararsız kalacak. Sonra vazgeçecek. Amannnn, takılsınlar diyecek. "Amannn, takılsınlar"sınız siz tanrının gözünde. Bu kadar öneminiz yok. Olmasına da gerek yok. Tanrıyı seviyorsunuz, değil mi? Peki neden seviyorsunuz? O da sizi seviyor diye. Hem o çok büyük diye. Hastalıklı isteklerinizi, bitmek-tükenmek bilmeyen arzularınızı gerçekleştirmeye bir tek onun gücü yeter diye... Sizi korur, kollar diye değil mi? Ev halkını koruyan tanrıya inanmaktan daha keyif verici ne olabilir ki? İkiyüzlüsünüz, hatta düzgün dörtyüzlü piramitsiniz ve bir gün kendi üzerinize oturup kahrolacaksınız! Tanrı da ömrünüzde bir kere size gelecek, hayatınızı becerip gidecek... Arkasında ise sadece o birkaç dakikalık sıcaklık kalacak. O da ne sizi, ne de içinizi ısıtacak. Sizi bir daha aramayacak. Zaten numaranızı da verecek fırsatınız olmayacak ki... Her şey bir anda gelişecek, ruhunuz duymayacak önceden. Siz kendinizi yarı mutlu, yarı pişman hissederken o çok uzaklarda olacak. Bir daha gelmeyecek! Ve siz hâlâ onu bekleyip ağlayacaksınız geceler boyu. Bir şey beklemeden sevmeyi öğrenene dek.

sigara üzerine.

sigara içmeyenin "dumansız hava" özgürlüğü kadar, sigara içenin dumanlı hava özgürlüğü de olmalı. özgürlük deyince "kendin dışındakilerin özgürlüğünü kısıtlamama" gerekliliği giriyor ya işin içine, sigara içenler dışlanıyor. çünkü zehirleyen sigaraya göre temiz hava daha büyük bir özgürlük durumu oluyor ister istemez.
keşke kimse sigara içmese, hatta sigara diye bir şey olmasa da, kimse zehirlenmese değil mi?
öyle olmuyor işte, alışkanlık dememiz de bundan ya. alışkanlık yanlış kelime aslında, doğrusu bağımlılık ama, bağımlılık çok negatif bir sözcük olduğundan kabul edemiyor içenler. yediremiyor kendilerine...
kanımca, sigarayı isteyerek içiyorsan sorun yok da, keyif almadan içiyorsan ortada bir sorun var. ne yani? bu kadar mı acizsin kendini kontrol etmekten?
sigaradan keyif almak da ayrı bir boyut tabii.. zararlı olduğunun bilincinde olduğun bir şeyden nasıl keyif alabilirsin? alıyorsun. zaten en keyif veren şeylerin başında zararlı şeyler geliyor ya hep. beynin farklı yerleriyle alakalı bir durum bence. zarar kavramı, keyif alımını etkilemiyor herhal. keyif alımı, rahatlamadan kaynaklanan bir sonuç da olabilir tabii. sigaraya bağımlı olmayan biri sigaradan keyif alır mı? alır. kendimi düşünüyorum 3 yıl önce, keyif alıyordum, hatta şu anda aldığımdan daha fazlasını. duman hoşuma gidiyordu, o dumanı izlemek bile yetiyordu beni mutlu etmeye. hala severim sigara dumanını da, şimdilerde aldığım keyfi, rahatsızlığın giderilmesi olarak açıklamak daha doğru olur sanırsam. nikotinsiz kalınca vücut, rahatsızlık yaratıyor, sonra içince o sigarayı rahatlıyorsun, bu da keyif veriyor mesela. bir nevi ihtiyaç giderimi yani.
evet çelişiyorum kendimle.
sorun şurada ki, bunca zaman sigarayı bırakacağımı söyledim durdum kendime. "bırakacağım ama şimdi değil, bir kadının sigara kokması çok çirkin bir şey ve ben gerçek bir kadın olduğumda sigara kokmak istemiyorum. sırf bu yüzden bırakacağım, ama şimdi değil, zamanı gelince. ben sigara içmeyi seviyorum"
eh be kadın... ne zaman gerçek bir kadın olacaksın ki?
hem sigarayı gerçekten de seviyor musun ki?
"bağımlı değilim, istesem bırakırım" sendromu var bir de...
o bende yok da oradan kurtarıyoruz, hani bir parça da olsa.
evet ben kendimi kandırıyorum.
ve aslında sahte bir keyif alarak içiyorum şu mereti.
sevdiğimi sanıyorum, -miş gibicilik oynuyorum.
ahh sahte keyif, kendi ağıma düşürdün beni, gerçekten de acizim kendimi kontrol etmekten belki.
işin kötüsü ne doğru ne yanlış karar veremiyorum.
sonuç, sigara içmeye devam ediyorum.

elimdeki sigaraya ve yazıdaki gel-gitlerin, çelişkilerin sayısına bakın bir.
kafam karışık gerçekten. böyle olmuyor, toparlanmıyor....
karara varılamıyor.
ne zor, doğru olanı bildiğin halde yapamamak.
resmen kontrol sorunu bu.
deliriyorum.

ama bağımlılığı yenmenin yolları da var,
gerçekten bırakacağım sigarayı gerçek bir kadın olduğumda.
gerçekten.
=)
gerçek bir kadın olmak da ne ola ki?
neyse...

Perşembe, Ocak 08, 2009

Görmedim, Duymadım, Bilmiyorum!

Yasal Uyarı: Üç Maymun adlı filmle ilgili ciddi spoiler içerir!
Yasadışı Uyarı: Bu bir film eleştirisi değildir. Başlangıçtaki ciddi üsluba karşın, ileride cıvıtabilir, uzatabilir.

Bu kadar az filmle bu kadar klasikleşmiş başka bir yönetmen daha biliyor musunuz? Özellikle son zamanlarda belki biraz Christopher Nolan yaptı bunu "en büyük tarzının belli bir tarzı olmaması" ile. Biraz Ferzan Özpetek'te gördük bu ışığı ama bence o da "en büyük numarasının -maalesef ki- tek numarası olması" nedeniyle kendini kısa zamanda tüketti.
Geriye dönüp baktığımda en sevmediğim kalıbın "klasik bir .... filmi" olduğunda karar kılıyorum. Ama bu anlamı tam olarak verebilen başka bir kalıp varsa söyleyin de kullanalım. İşte aynı şekilde bir film izlediğimde nasıl "klasik bir Haneke filmi", "klasik bir Kubrick filmi" veya "klasik bir Bunuel filmi" diyebiliyorsam; artık "klasik bir NBC filmi" de diyebiliyor olmam bana mutluluk veriyor doğrusu. Nuri Bilge Ceylan önümüzdeki 20, belki 30 yılın en çok ses getiren insanlarından olacak eminim buna. Filmin başlangıcından sonuna kadar tüylerimi bir indirip bir kaldıran sesler, durağan-hareketli fotoğraf kareleri, açılmayan telefonlar... Artık yanımdaki birisi uzun süre telefonunu açmadığı zaman aklıma hep bu film gelecek.
Sesler! Evet, sesler! O kadar natürel kullanılmışlar, o kadar iyi dizilmişler ki; belki filmi izlerken gözlerimi kapatsam, sadece dinlemeye başlasam bile en azından ana fikrini çıkartabilirdim. Özellikle en sonundaki yağmur seslerine takılıp kalarak jeneriğin sonuna kadar olduğum yerde durdum. Artık NBC'nin fotoğrafçı etiketini bilmeyen kalmamıştır diye düşünüyorum. Filmlerini de bu etiket yakasındayken yapıyor olması aslında ona büyük dezavantajlar getirebilir(di). Her ne kadar şimdiye kadar her yeni yapıtında o durağan fotoğrafımsıların içine çılgıncasına hareketli insanları, araçları, anıları daha da başarılı bir şekilde sıkıştırdıysa da; ikinci bir Ferzan Özpetek olmasından korkmaktayım. Bir örnek ile açıklamam gerekirse; Özpetek'in Cuore Sacro'ya kadarki tüm filmlerini izledikten sonra, izlemediğim tek filmi olan Karşı Pencere(La Finestra di Fronte)'yi izledim.
-SPOILER'ın babası-
Orada evlerine aldıkları yaşlı adamın cebinden çıkan bir aşk mektubu vardı. O mektuptaki aşk filmin gidişatı açısından önce bir kadın-erkek aşkı zannedilmeli, sonra izleyiciye sürpriz yapılmalıydı sanıyorum... Yani belki çok zeki ve başarılı(!) yönetmenimiz bizim bunu farketmemizi istedi ama şahsım adına söylemeliyim ki, seyir zevki açısından farketmemeliydim bunu. Neyi mi? Düşünün, bu yönetmenin birkaç filmini izlemişsiniz... Derken izlediğiniz son filminde bir adamın cebinden bir mektup çıkıyor? Bilin bakalım kim kime yazmış? Tabii ki bir erkek başka bir erkeğe yazmış... Filmdeki karakterler bile şaşırdı gerçeği anlayınca, ama ben şaşırmadım... Neden mi? Açıklama gereği bile duymuyorum, nefret ettim.
-SPOILER'ın babası-

Çokça işlenmeyen "eşcinsellerin hayatı ve aşkları" konusunu işlemişsiniz, iyi de yapmışsınız ama bunun dozajını ayarlamak zorundasınız... Eşcinseller günlük hayatın sayıca marjinal kısmını oluştururlar hepimizin bildiği gibi. Yani her yemekte kimyon kullanılmaz demeye çalışıyorum. Eğer siz bir yemeğe bir kaşık daha fazla su eklerseniz bunu kimse farketmeyebilir, ama bir kaşık daha fazla baharat koyarsanız tamamen farklı bir yemek elde edersiniz. Ve eminim ki Cuore Sacro'ya kadar artık elindeki baharatın karnını doyurmaya yetmeyeceğini farkeden Özpetek, bu filmde biraz daha gerçek dünyaya, aramıza indi. Yanlış anlaşılmasın. Sadece bu insanın filmlerinde eşcinselliği kullanış biçimini sevmiyorum. Aşk filmi mi yapmak istiyorsun? Brokeback Mountain bence bunun en güzel örneğidir. Yıllardır yapılamayan, yapılsa da yüze-göze bulaştırılan bir şeyi başarmıştır bu film. Eşcinsellerin sadece birbirini *çok afedersiniz* beceren kıllı herifler değil, "insanlar" olduklarını seyrettiren belki de tek filmdir.
Yeniden konuya dönmek gerekirse; her plan bir fotoğraf karesi bu insanın filmlerinde! Ve ağaçlar... NBC filmlerinde doğru düzgün sağa-sola düzensizce savrulan, sallanan, sakat, kusurlu ağaçlara ratladığımı hatırlamıyorum. O filmlerdeki ağaçlar hep tertemiz, güzel, düzenli... Sanki sadece o filmler için dizilmişlercesine hem de. Çok sert bir rüzgar esse de sadece tek yana yatıyorlar. Çapulcu gibi savrulmuyorlar, hadlerini biliyorlar. Deniz ise her zaman dalgalı. Ve sakin duruşlarını koruyan ağaçlar, dalgalı halleriyle barışık denizler arasında duran gemiler, sabit hızlı doğrusal hareket yapan otomobil ve trenler... Sanki aile fotoğrafı çekilmek için gelip de başka bir tartışmaya dalmış insanlar yaratıyor bu adam filmlerinde. Kamera hareketleri yok denecek kadar az. Ki konsepte bakarsak güzel de durmuş. Diğer filmlerinde de sıkça gördüğümüz bu özellikler bu filmiyle daha da gözümüze gözümüze sokulmuş. Ama ağaçlar, denizler her yerdeler zaten... İlerleyen zamanlarda da sıkılacağımızı sanmıyorum NBC'den...
Bir filmde aradığı en son şey mantık olan birisi olarak, yine de ikiye ayırmak istiyorum filmi:
1) Mantık arasaydım:
Bir şekilde kaza idi, yanlışlıkla oldu diyerek 9 aylığına -güzel bir miktar olduğunu düşündüğüm- para karşılığı hapis yattın diyelim ey Eyüp. Çok rahat bir yaşam sürmese de, hayatının henüz baharında olan bir gençten nasıl bir cinayeti üzerine almasını isteyebilirsin? Sebep: önümüz kış, orda üç öğün yemek de var. "Birader, kışın orda kalıyım, istediğim zaman çıkarım değil ki mesele, hastalanacaksın oralarda, özgürlüğün gidecek, ömrün çürüyecek" derler adama.. Cinayet bu yahu!
2) Mantık aramadım:
Yine de bu kadar güzel bir filmin biraz da olsa mantık içeren bir sonuçla bitmesini dilerdim. Ama film boyunca zaten görmese de, duymasa da bilen karakterlerden biri olan Eyüp'ten bunu beklemezdim diyemem. Tabii ki aldatan ve aldatılan insanların arasındaki mesele sadece bir sıvı transferinden ibaret değil. Sevgi, anılar, çocuk(lar) gibi birçok faktör var. Aldatıldığını bir şekilde bilen, ama sözlü olarak karakolda öğrenen bir adam evine gelmiş, eşiyle ve oğluyla oturuyor, ve bir süre sonra çıkıp gidiyor. Eşi soruyor nereye diye. Cevap alamayınca bağırıyor. Çok klasik bir tabirle ailesinin rahatı için iğrenç ve şerefsiz bir politikacının pislediği yeri temizledikten sonra geri dönünce karşılaştığı şeylerden sonra belki de ilk ve son "mantıklı" tepkisini veriyor eşine yatmasını söyleyerek. Bu "bir rahat vermiyosunuz ki ..mına kodumun yerinde" tadında, bazı şeyleri yoksayarak, kabullenerek yaşamaya isyan edememek zorunda hissetmenin verdirdiği bir tepki bu. Artık argo tabir ile folloş olmuş bu aileyi toparlamanın yolu kalmamıştır, herkes kaderini kabullenmiştir ve sadece artık sessizlik istemektedirler. Bunu ise yine umursamamak, geri plana atmak üzere sıkıntılarını başkalarına devretmek şeklinde başarmaya çalışırlar.
Bu kişiler görmüyorlar. Hiçbiri görmüyor. Görmüyor yola çıkan adamı, kaza oluyor, bir insan ölüyor. Sıradaki aşama umursamama aşaması. Ailece kabulleniyorlar bunu, bir şey duymamış gibi yapıyorlar. Filmin sonlarına doğru bu mesele çalan telefonları duymamaya dönüşüyor, ki bu da bence filmi gerçek anlamda rahatsız edici yapan en önemli detaydır. Günün belli saatlerinde geçen trenler bu ailenin hayatından gürültülü bir şekilde geçip giden şeyleri hatırlatmaya çalışıyor. Hep pencereden bakıyorlar ama trenlerin geçtiğini farketmiyorlar. Ve filmin sonunda Eyüp balkon, teras veya herneyse oraya çıkıyor, yine bir tren var ve yine bunun bir önemi yok. O tren ha olmuş, ha olmamış... Ama gök gürüldüyor, ve yağmur yağmaya başlıyor. Eyüp gibi ben de "gerçekten" duyuyorum o sesi. Tanrı yüzünü yıkaması ve kendisine gelmesi için başından aşağı soğuk su dökmekle kalmıyor, kulaklarını da açıyor. Ve bu manada gizli bir mutlu sonla bitiyor film...
Sonuç olarak, çok güzel bir filmdi. Önceki filmlerine nazaran daha iyi bir oyunculuk vardı ve belli ki daha büyük bütçeyle çekilmişti. Daha yeni izleme şansına eriştim. Sadece ne kadar güzel olduğunu hatırlatmak istedim size!

Pazar, Ocak 04, 2009

İstanbul Ağrısı

Kanatları parça parça bu ağustos geceleri

Yıldızlar kaynarken

Şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen

Sen

Eğer yine İstanbul'san

Yine kan kopuklu cehennem sarmaşıkları büyüteceğim

Pançak pançak şiirler tüküreceğim

Demek yine ben

Limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor

Kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler

Yahudi sokaklarını aydınlatan Telaviv şarkıları

Mavi asfaltlara çökmüş

Diz bağlıyor

Eğer sen yine İstanbul'san

Kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan

Sirkeci Garı'nda tren çığlıklarıyla bıçaklanıp

İntihar dumanları içindeki Haydarpaşa'dan

Anadolu üstlerine bakıp bakıp

Ağlayan

Sen eğer yine İstanbul'san

Aldanmıyorsam

Yakaları karanfilli ....... eğer beni aldatmıyorsa

Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar

Yine senin emrindeyim

Utanmasam

Gözlerimi damla damla kadehime damlatarak

Kendimi yani şu bildiğim Atilla İlhan'i

Zehirleyebilirim

Sonbahar karanlıklari tuttu tutacak

Tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor

İmtihan çığlıkları yükseliyor üniversite'den

Tophane İskelesi'nde diesel kamyonları sarhoş

Direksiyonlarının koynuna girmiş biçkin soförler

Uykusuz dalgalanıyor

Ulan İstanbul sen misin

Senin ellerin mi bu eller

Ulan bu gemiler senin gemilerin mi

Minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında

Liman liman götüren

Ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi

Akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar

Neden durmaksızın imdat kıvilcımlari fışkırıyor

Antenlerinden

Neden

Peki İstanbul ya ben

Ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy

Gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu abbas

Ya benim kahrım

Ya senin ağrın

Ağır kabaralarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın

Çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi

Burgu burgu içime boşalttığın

O senin ağrın

O senin

Eğer sen yine İstanbul'san

Yanılmıyorsam

Koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim

Sicilyalı balıkçılara Marsilyalı dok işçilerine

Satır satır okumak istediğim

Sen

Eğer yine İstanbul'san

Eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim

Ulan yine sen kazandın İstanbul

Sen kazandın ben yenildim

Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar

Yine emrindeyim

Ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa

Parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam

Hiç bir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa

Yanılmıyorsam

Sen eğer yine İstanbul'san

Senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar

Gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan

Bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir

Ulan bunu sen de bilirsin İstanbul

Kaç kere yazdım kimbilir

Kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken

1949 Eylül'ünde birader mirc ve ben

Sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık

Sana taptık ulan

Unuttun mu

Sana taptık.

Attila İlhan

Kill Bill: Volume 2'den

Bill: An essential characteristic of the superhero mythology is, there's the superhero, and there's the alter ego. Batman is actually Bruce Wayne, Spider-man is actually Peter Parker. When he wakes up in the morning, he's Peter Parker. He has to put on a costume to become Spider-man. And it is in that characteristic that Superman stands alone. Superman did not become Superman, Superman was born Superman. When Superman wakes up in the morning, he's Superman. His alter ego is Clark Kent. His outfit with the big red "s", that's the blanket he was wrapped in as a baby when the Kents found him. Those are his clothes. What Kent wears, the glasses, the business suit, that's the costume. That's the costume Superman wears to blend in with us. Clark Kent is how Superman views us. And what are the characteristics of Clark Kent? He's weak, he's unsure of himself... He's a coward. Clark Kent is Superman's critique on the whole human race. Sort of like Beatrix Kiddo and Mrs. Tommy Plympton.

İlahî Wikipedia

2 yıldır hiç arıza çıkartmadan, bozulup kaykılmadan kullandığı kalemi önemli bir sınavın ortasında bozulan Semih hayatında hiç bu kadar büyük bir hayal kırıklığına uğramamıştı. Elini kaldırdı, yanına gelen gözetmenden kalem istedi, bekledi, bekledi, bekledi ve sinirlenip çıktı. Kesinlikle, ama kesinlikle diyebilirim ki o gözetmen hayatında hiçbir zaman ya bir kalemi uzun bir süre kullanmamıştır, ya da önemli bir olay sırasında başına beklemediği çok acayip bir şey gelmemiştir. Morali bozuk ve hayâli kırık bir şekilde dışarı çıkan Semih soğuktan osuruğu kristallenmesine rağmen bir sigara yakarak ısınabileceğine inanmıştı. Saatler sonra ciğerlerine çektiği o duman onu tiril tiril titretmesine rağmen bu -kıytırık- beklentisini karşılamıyordu. Isınamadıkça bir sonraki sigarayı yaktı. Yaktıkça ısınamadı, ısınamadıkça yeniden hayal kırıklığına uğradı. Hazır abartmışken kenarda duran bir banka oturdu ve etrafı seyretmeye koyuldu. Her şey olağandı, fakat ona öyle gözükmedi. Her sabah kırmızı montuyla önünden geçip poğaçasını yiyen ufak tefek kız ilginç, önünden geçen iki çocuklu genç çift gereğinden fazla mutlu, karşıdaki sinemanın önünde oturan garip giyimli gençler ise sadece boş gözüküyorlardı o gün. Bir anda o sert soğuğa rağmen içinde bir sıcaklık, karnında bir kelebeklenme ve ruhunda garip bir ses farketti. Sabah yediği iğrenç yemeklerden dolayı motoru bozmuş olması daha büyük bir ihtimal olsa da, arkadan açılmış olduğunu gördüğü infrared ısıtıcı kafasındaki bütün soru işaretlerini sildi. Cebinden küçük bir defter ve bir de kalem çıkarttı. “Msn beyin hücrelerine zarar veriyor” cümlesini birkaç sayfa sürecek şekilde alt alta yazdı. Sonra kaç tane yazdığından emin olmak için, önce baştan, sonra sondan, sonra yine baştan başlayarak olmak üzere üç kere saymaya teşebbüs etti. Üçüncüyü tamamlayamadan arkadan yediği sıcağın da yardımıyla kenardaki ağaca da yaslanarak oracıkta uyuyakaldı.

.

.

“Haydi Semih, bunu şimdi yapmamız lazım” diyordu ses. Bu 30′lu yaşlardaki kuzeni Kadir’in sesiydi. Saatlerini ayarladılar, tam bir dakika sonra sıkıca giyinmiş ve göreve hazır bir şekilde bekliyorlardı. Helikopterle ancak dağın eteklerine yaklaşabiliyorlardı. O kadar kötü bir hava vardı ki, fırtınalar ve dik yamaçlar gece apartman boşluğunda çömelmiş ve sizin gelmenizi bekleyen dengesiz katiller gibiydi. Hatta eğer yeterince uslu bir çocuk olsaydınız, o dağın size bakan yüzünde “az önce osurdum galiba” dercesine bir gülümseme farkedebilirdiniz.

Semih ve Kadir helikopterden atladılar. Fırtınanın -dinmese bile- azıcık hafiflemesini beklerken büyük bir kaya parçasının altına sığınmaya karar verdiler. Birkaç saat orda kaldılar. O kadar gerilmişlerdi ki ağızlarını bıçak açmıyordu, tek kelime bile etmediler birbirlerine. Günün ilk ışıklarında güneş hazır yollarını aydınlatmaya başlamışken ve fırtına da -büyük ihtimalle geçici olarak- hafiflemişken tırmanmaya başladılar. En vahşi hayvanların bile yanına yaklaşmaya korkacağı, tek kelimeyle “kötü”, iki kelimeyle “kötü görünümlü” küçük bir düzlüğe çıktılar. Bulundukları yer “tam da orası” olmalıydı. Kadir ileri atılarak dikkatli olmasını söyledi Semih’e. Semih mağaranın kenarından yavaşça ileri süzülerek içeriyi izleyecek, uygun bir anı kollayıp içeri girmek için işaret verecekti. Kafasını kaşımaya çalışırken yanlışlıkla verdiği işaretle birlikte -kendisi bile ne olduğunu anlamadan- içeri girdiler. İleride bir havuz, etrafında mumlar ve şuh kahkahalar atan ucube bir kadın vardı. Arkadaşlarını havuzun içinde iple bağlı bir vaziyette tutuyordu. Mumların tamamı eridiğinde hepsi öleceklerdi. Kadir çaktırmadan uzaktan da olsa üflemeye çalıştı ama saçmalamaktan başka bir şey yapmadığını kendisi de farketmişti, kelebek etkisi falan bu mesafeden yer miydi hiç? Baktılar ki artık yapacak bir şey kalmadı, kılıçlarını çekerek kadına saldırdılar. Semih “kafaya vur abi” tarzı çığlıklar atıyor, Kadir umarsızca savaş şarkıları söylüyor; kadın ise ikisine karşı savaşını çok konuşarak ve pokemondan bahsederek veriyordu. Kısa sürede kadını etkisiz hale getirmeleri hiç de kolay olmadı. Ama sonunda “viylle” diyerek can verdi. İki cesur savaşçı ilk olarak mumları söndürdüler, arkadaşlarını havuzdan çıkartıp ipleri de çözdüler. Artık gidebilirlerdi. Semih’in kendisini eve giden uçakta bulması çok sürmedi. Yanında oturan kuzeni uyumuş, çok ses çıkartarak horluyordu. Müdahale etme gereği duymadı. İkisi de ölümden dönmüş, büyük bir aksiyon yaşamışlardı. Kuzeninin uyandıktan sonra ilk sözü: “Uçakta SMS atmak 35 kontörmüş, çok pahalı değil mi?” oldu. Semih ise ses çıkartmamakla beraber ‘kim bilir aramak ne kadardır?’ diye de düşünmedi değil. Artık zamanı gelmiş, varış noktası yaklaşmıştı. Uçak yere yumuşak bir iniş yaparak çimlerin üzerindeki seyrine bir süre devam etti. Çimlerin bittiği yerden otoyola inmeleri çok zahmetli olsa da yine de atlattılar. Üst geçide çarpan kanatlar uçağı yolda seyreden çok büyük bir otobüs haline getirmişti. Kadir acıktığını söyledi. Uçağı kenara çekip Mc Donald’s’a girmeye karar verdiler. O sırada nereden geldiklerini anlamadıkları küçük kuzenleri de yanlarındaydılar. Semih’in canı çikolata istemişti, ve zaten Mc Donald’s’ın hiçbir şeyini sevmemişti ömrü boyunca. Arabaya atlayıp başka bir yere gittiler. Garsonun büyük bir özenle peçete üzerinde getirdiği bitter çikolata bir süre sonra o kadar da hoş gözükmemeye başladı. Çünkü üzerinde saç vardı. Sadece üzerinde değil, içindeydi saç. Semih bir sa telini çekti, o çıkınca başkasını gördü, onu da çekti. Semih çekiyor, saç telleri “belirmeye” devam ediyordu. Saçlı-maçlı da olsaydı çikolataydı o, ve canı çok istiyordu. O saçları çıkartacak ve yiyecekti “o”nu. Sanki gittikçe artıyordu saçlar. Semih’in mücadele edecek gücü kalmamıştı, sinirden ve yorgunluktan yenik düşmüştü. Ağlamaya başladı, ağlamaya devam etti… Gözyaşları çikolatanın erimesine yol açıyor, elindeki kıl yumağı daha da vıcık vıcık oluyordu. Böyle bir kısır döngü içine girmişti ki…

.

.

Kendisini uyandıran güvenlik görevlisine ters ters baktı, ama sonra teşekkür etti. Bir sigara daha yaktı, ısıtmıyordu…

Ekim 31, 2008

Dinle Büyük Adam

Namık, 3 boyutlu Öklid Uzayı’nda yaşayan ve İzmirli olmayan, normal bir insandır. Her normal insan gibi kalkar, okuluna gider, evine gelir. Mesleği öğrenciliktir. Yaklaşık 20 yıllık öğrencilik hayatını bir şekilde tamamlamaya da çok yakındır. Odası içinde ulaşımı sandalyenin tekerleklerinden faydalanarak sağlarken, okula gitmek için ise otobüsü kullanır. Yani kullanırdı… Şimdi o yok. Neden mi? Öldü lan, öldü işte! Çok normaldi, değişmek istedi, öldü. Kırmaya çalıştığı zincirleri boynuna dolandı, aşmaya çalıştığı çitler bir tarafına girdi. Şimdi okuyacağınız hikaye kaderin cilveleriyle ve cilvelileriyle alakalı olup, kişi ve kurumlar tamamen gerçek veya tamamen uydurmadır.

Her şey bir cuma günü ailesinin yanına gitmek istemesiyle başlamadı. Perşembe gitmek isteyip son vapuru kaçırmasıyla başladı aslında. Gayet olağan bir şekilde son zamanlarda yaptığı yegane spor son vapura yetişmek amacıyla koşmak olan Namık, bu sefer bitişi göremeden kapılar kapanmıştı. Sinirle bavulunu yere vurup, üstünde bir süre oturmaya karar verdi. Sinirle bavulunu yere vurdu ve üstünde bir süre oturdu. İskeledeki görevlinin kapıyı daha birkaç metre ötedeyken sırıtarak kapatması ona çok koymuştu. Oturduğu yerden hayatı sorgulamaya koyuldu. “Ben kimim?”,”Gauss’un annesinin mezarı nerededir?” ve “Reha Muhtar özel hayatında da böyle mi konuşuyor?” gibi her gencin başının etini yiyen, yıllarını harap eden sorularla başbaşa kaldığını farkettiğinde “Ehh, yeter artık” dedi ve evine döndü. Kendini yatağa attı, uykusu gelmiş bir şekilde zoru zoruna alarmı kurdu ve horlayarak uyumaya başladı.

Rüyasında bir el onu dürtüyor, kalkması gerektiğini anlatırcasına çeşitli şarkılar ve Lüksemburg ilahileri söylüyordu. Daha fazla dayanamayarak yatağında doğruldu ve saate baktı. Daha 6′ydı saat ama hiç de uykusu yoktu. Erken de yatmış sayılmazdı, yorgundu da… Daha fazla uyuması gerekirdi ama uyumamıştı. 7:30′da kalkması gerekirdi ama kalkmamıştı. İçindeki bu garip enerji, duvarları yıkma hırsı ve göbeğini kaşıma dürtüsüyle birleşince ortaya garip bir kombinasyon çıksa da bir şeylerin değişik olduğunun farkındaydı. Hayırdır inşallah derken yatağının tam karşısındaki dolaptan arkadaşından ödünç aldığı CD’leri almak için ayağa kalktı. Ayağa kalktı! İşte o an kendini kaybettiği an oldu. Doğrulduğu gibi 5 dakikada giyinip, lavaboya da malum sebeplerle uğrayıp, dönüşte dolaptan bir şeyler atıştırdı. Normalde bir saatini alan bu hazırlıkların 20 dakikada bittiğini farkedince olduğu yere yığıldı. Gözünün önüne Ayhan Işık bıyıklı bir adam geldi. Elinde bir yoyo tutuyor, oynadıkça daha çok oynuyor, daha çok oynadıkça Namık’ın gözleriyle onu takip etmesini istiyordu. Ona rahatlamasını söyledi. Ellerini çırpacak ve Namık artık başka birisi olacaktı. Bir süre özenle bir şeyler anlattı. Daha da özenip tekrarladı. Ellerini çırptı. Namık kalktığı gibi çantasını aldı, kendisini dışarı attı. Sabahın köründe ailesini ziyeret edemezdi. Uzun uzun ekmeyi planladığı derslerin tümüne girmeye karar verdi. Ama onun için daha önemli bir şey vardı nedense. İçini bir hoş eden bu otobüste oturarak gitme arzusu karşı konulamaz bir şekilde büyüyor, büyüyor ve büyüyordu. O an bunu gerçekleştirebilmek için her şeyini feda edebilirdi. Aklına ilk gelen şeyi yaptı. Yolun karşısına geçip aynı otobüsle ters yöne gitti ve son durağa(bir nevî ilk durağa) ulaştı. İnsanlar sanki trencilik oynuyormuşçasına uzamış, birbirlerine girmişti. Sıranın en arkasına geçti ve beklemeye başladı. İlk otobüs dolmuştu artık ve iki seçeneği vardı. Bekledi, ötekisi gelince daha önce tatmadığı o hissi tanıdı. Dandik otobüs koltuklarının popoda meydana getirdiği o uyuşukluk ve geçici garip şekil o an ona dünyanın en güzel duygusu gibi geldi; fakat dünyanın en güzel duygusunu bilmiyordu henüz. Bunu belki hayatının son anlarında yaşayacaktı.

Otobüs başlarda şaşırtıcı derecede boştu. Belki bu saatte her gün bindiği saatten daha az kişi biniyordu, belki de onun evine yakın olan duraktan geçene kadar doluyordu. Neyse ki gerçeği öğrenmesi çok uzun sürmedi. Kendi durağına gelmeden iki durak önce insanlar insan değilmişçesine itişip kakışarak içeri doluştular. Herkes yer kapma telaşı içinde hızla etrafını süzerken Namık rahat olmasa da huzur verici koltuğundan onları kesiyordu. Kendisinin her gün özendiği, kıskandığı “oturan insanlar” artık “ayaktaki insanlar” olmuşlardı ve bu onu çok mutlu ediyordu. Zahmetli de olsa daha önce yapmadığı bir şeyi yapmıştı ve mutluluğunun asıl sebebi buydu. Çoğumuzun nefret ettiği o “oturan insanlar”ın bir gün “ayaktaki insanlar” olacakları gerçeğinin sizi sevinçten havaya uçurmadığını söylemeyin bana. Kıskanç yaşam formlarıyız biz. En önde koşan olmak çoğu zaman çok hızlı koşmakla değil, önümüzdekileri çekerek arkaya atmakla mümkündür. Ama Namık bu sefer gerçekten gereksiz denecek kadar hızlı koşmuştu. Belki oturan insanlardan olmayı en çok hakeden oydu o gün. İşte tam da bu yüzden ayaktaki insanlara ezercesine, nefretle baktı tüm yolculuk boyunca. Bir yandan yaşlı bir teyze/amca binmemesi için dua etmeyi de ihmal etmedi. Ayakta gitmek belki o kadar zoruna gitmezdi ama gaz olmuştu, balon olmuştu artık. Bir amca, bir teyze iğne gibi gelirdi bu hissin üstüne. Günü mahvolurdu.

Sınıfa geçti, arkadaşlarını selamladı ve en öne oturdu. Ders başlayınca şaşkın bakışlara aldırmadan not almaya başladı. Yazıyor, parçalıyordu defteri. Abartmak gerekirse şişelerce mürekkep, ormanlarca kağıt tüketti o gün. Boş vaktinde kütüphanenin bir köşesinde çaktırmadan uyumak yerine bahçeye çıkıp etrafı seyretti, insanlar hakkında fütursuzca yorumlarda bulundu. Bir tek adı kalmıştı. Saçı-başı, duruşu ve konuşması sabah doğan çocuğa ayak uydurmuştu. Aynaya bakmaya korkuyordu. Rüyasında uçtuğunu görüp aşağı bakınca düşmeye başlaması gibi bir şeyle karşılaşmak istemiyordu. Dönüşte bir arkadaşı ana yola kadar bırakıyordu onu. Oradan evine yürürken bildiği en isyankar şarkıları mırıldanıyordu. Asî olamazdı; bir anda özenti gibi de değişemezdi. Böyle olmadı zaten, değişmedi. Kendini terk etti, gitti. Giderken yanağından bir makas alıp “adam olacan ben” dedi. Geldiğinde kendisine mi gelmişti, kendisi mi ona gelmişti, başkası mıydı ki, kim kime gelmişti ki? Ben sabahlara kadar yazsam, siz de akşamlara kadar okusanız yine de anlatamam tam olarak. Diyeceğim tek şey şudur: Namık değişmedi, ama artık değişikti. Ailesini ziyaret etmedi. Vefasızlığından değil, korkusundan. Kendini kaybetmek veya bulmak istemiyordu bir şekilde.

Günler geçtikçe bizimki üşenmiyor, her sabah farklı şeyler deniyor, çoğu zaman çok zahmet ediyor ama mutlu oluyordu. Yine günler geçtikçe kendisiyle ilgili birçok şey öğreniyor ve unutuyordu. Bir türlü güvenemediği sesiyle barışmıştı ve liseden beri gelen “abi bi grup kursak yahu” deliliğini gerçekleştirecek cesarete sahipti artık. Bu hayalini arkadaşlarının hayalleriyle de birleştirerek, onlarla birlikte daha büyük hayallere yelken açtı. Yalnız daha mutlu bir hayat sürmüyor, daha özgür fakat daha düzenli bir insan da oluyordu zamanla. Her insanın içinde olduğunu her zaman iddia ettiğim o “sanatçı ruh”la birebir oturup konuşabilen, birlikte ne yapacağını kararlaştırıp çay içebilen nadir kişilerden olmuştu kısa zamanda. Ve gittiği her yerde, yaptığı her işte aynı cümleyi tekrarlıyordu: “Kendinden farklı olamıyorsan, başkalarından farklı olamazsın ki.”

Hayatı bu kadar güzel giderken popüler olmak en son isteyeceği şeydi. O yüzden bir yandan da fazla ortalıkta gözükmemeyi, kaba tabirle daha sotede takılmayı tercih ediyordu. Bir sabah başa sarmak istedi yine. Ve erkenden kalkıp otobüsün kalktığı durağa kadar gitti. Sıraya girdi. Oturduğunda yine boş yerler olduğunu gördü. Aylar boyunca yavaş yavaş atmıştı içinde biriktirdiği başka insanları önemseme kırıntılarını. Bu sefer sadece yola bakıyor, kendince mutlu oluyor ve yine yola bakıyordu. Tanrı her şey bu kadar güzel giderken bir kıyak da kendisi yapması gerektiğini hissetmiş olacak ki…

Hafiften bir topuk sesi yaklaştı sağ taraftan. Yolcular umarsızca akın ediyordu otobüse, fakat bu topuklar kararlıydı. Sanki ne olursa olsun gidecekleri yer belliymiş gibi ekstra bir çaba göstermeden yaklaşıyorlardı. Havayı garip bir elektrik kaplamıştı. Sanki o anda orada bulunan bir insan, o anda orada yapmaması gereken bir şey yapsaydı cız olur, uf olurdu. Artık kaderin gücü mü desek, adaleti mi desek, polisi mi desek bilemiyorum. Bir şey olacaktı, olması gerekiyordu ve bunu hiçbir şey engelleyemezdi. Kalabalığı yarmaya gerek duymadan ilerleyen bu topuklar; gelmeleri gerektiği koltuğun yanına, gelmeleri gerektiği zamanda geldiler. Umursamaz bir şekilde kafasını kaldıran Namık, şimdiye kadar teknolojinin geldiği son noktayı görememiş olsa da, yaradılışın geldiği son noktada olduğunun farkına vardı. Yavaşça yanına oturan topuklar sessiz bir şekilde kitap okuyarak yolculuğa devam ettiler. O ana kadar bir insana aşık olmak için onu çok iyi tanımak gerektiğini savunan Namık için artık bu kural ve hayatın bir çok kuralı yok olmuş, onun yerini sadece ve sadece termodinamiğin ikinci kanunu almıştı. İçini kaplayan bu düzensizlik eğilimine başlangıçta anlam vermek istemedi ama eninde sonunda verecekti…

Gözleri dünyanın en görülmemiş ormanlarının, en el değmemiş ağaçların dalları rengindeydi. Ne kahverengi, ne yeşil. Tarif etmek güç işte. Canlıydı… Doğanın asıl rengiydi sanki de, bütün renkler ondan türemişti… Yüzyıllar önce görülmüş olsa bile hatırlanacak kadar gerçek, uzun süre bakılamayacak kadar parlaktılar. Burnu bir heykeltraşın taklit etmeye cesaret edemeyeceği kadar düzgün, cildi kelimenin tüm anlamlarını tüketircesine “prüzsüz”dü. Böyle bir kadın için çok hafif bir makyaj bile tanrıya hakaret sayılabilir, insanı cehennemin bir katından diğerine savurabilirdi. O güzelliğin kendisiydi. Eğer gerçekten bir güzellik tanrısı olsaydı o olurdu. Güzellik dendiğinde akla birisi gelmesi gerekiyorsa o gelmeliydi. Saçları omuzlarından hafifçe aşağı düşmüştü. Dalgalıydılar. Ama dalganın gerçek anlamıyla düşünün. Saçlarını birazcık sallaması bile alabora edebilirdi en iyi kaptanın gemisini. Düzgün ellerine yakıştırılmış güzel parmaklarından her an yıldırım saçacak gibiydi. Yanındayken ani bir hareket yapıp çarpılmaktan korkardı insan. Tanrı resmen 6 gün boyunca her şeyi yaratmış, geri kalan günde de onunla ilgilenmişti. Böyle bir kadının var olmasının amacı insanlıkla dalga geçmekti belki de. İnsan onu düşünmeye bile kıyamazdı eğer aşık olsaydı. Namık bir yandan elini ayağını koyacak yer arıyor, bir yandan da toplumca hayvanlık belirtisi olarak kabul edilen davranışlar sergilememeye çalışıyordu. Gözlerini ondan alamıyordu ama bakmamaya da çalışıyordu. Yani düşünün, otobüste, yanınızdaki insan sürekli size bakma ihtiyacı hissediyor. Ya maganda, ya deli, ya da sapıktır değil mi size göre? Yani şimdiye kadar birisi sürekli bana bakma ihtiyacı hissetmedi otobüste, hissettiyse de farketmedim. Ama böyle olsaydı ben de rahatsız olurdum bence. Namık da rahatsız olurdu. İşte bu yüzden gözlerini kapattı, uyanmaya çalıştı. Birisinin tekrar ellerini çırpması gerekiyordu ki kendine gelebilsin. Birkaç dakika sonra yandan gelen hafif bir dokunuşla ürperdi, gözlerini açtı. Gülümseyen ve elinde kitap tutan bir peri görmemişti daha önce. “Kitabınızı düşürdünüz” dedi. Kahramanımızın kulaklarından içeri dansedercesine giren o ses, kalbine inen bir yumruk halini aldıktan kısa bir süre sonra ancak “çok…” diyebildi. Bir süre öylece kaldı ve “çok teşekkür ederim” diye tamamladı. Peri tekrar gülümsedi ve önüne döndü. İşte bu son gülümsemeden sonra iyice kendini kaybeden aptal -ilk görüşte- aşık kitabın kontrolünü tekrar kaybetti. Bu sefer kendisi uzanıp aldı ama olay artık kopmuştu. İkisi de gülmemek için kendilerini zor tutuyorlarken, Namık bir yandan da rezil olma olgusuyla baş etmeye çalışıyordu. Kıpkırmızı olmuştu. Söyleyecek, yapacak bir şey yoktu; kendini kötü hisseder gibi de oldu. Dışının güzelliği içine yansımış(içinin güzelliği dışına yansımış olamazdı, çünkü hiç kimsenin içi o kadar güzel olamaz) olan kız da bunu farketti ve son bir hamleyle ciddi durmayı başardı. “Sabah erkenden kalkmaya da alışılmıyor bir türlü” şeklinde dünyanın en gereksiz yorumunu yapmış olsa da Namık için bu önemli değildi. Önemli olan; sabah kafasıyla gördüğü bu rüyada, resmen bir periyle konuşuyor olmasıydı. Neyse ki yolculuğun geri kalanı Namık’ın otobüsten sağ çıkmasına yetecek kadar kısa, onu mutlu edecek kadar da uzundu.

Yaklaşık yarım saat boyunca entelektüel veya yaşamsal derinliği sıfıra yakınsayan bir diyalog çevirdiler. Konuşacak bir şeyleri yoktu, ama konuşuyorlardı bir şekilde. Kızları neden etkilediği bilinmeyen ama yine de etkileyen özellikler vardır ya hani, işte o kendisinde de bazılarının bulunduğunu düşündüğü bu özelliklerinden bahsetmedi, çünkü güvenemiyordu kendisine. Son kez söylemek istiyorum: o kadar güzeldi ki… Ve söyledikleri Namık’ın hayatına hiçbir şey katmasa bile o kadar güzel söylüyor, o kadar güzel anlatıyordu ki… Artık konuşma da kıvamına geldiği için üzerindeki çekingenliği de atmıştı. Namık okuluna gelmeden iki durak önce indi kız. “Yarın sabah görüşmek üzere” dedi.

Adını bilmiyordu; kimdir, ne yapar farkında değildi… Yalnızca hayattan bahsetmişlerdi. İkisi de kendilerine dair hiçbir şey paylaşmamışlardı. Tanışmamışlardı, ama konuşmuşlardı. Belki tanışmazlardı, ama konuşacakları kesin gibi gözüküyordu. Çok etkilenmişti ve ne olursa olsun şansını denemek istiyordu. Kendi kendine diyaloglar kurdu kafasında. Ne yaptıysa da bu diyalogları hayattan kendisine doğru çeviremedi. Nasıl girilebilirdi konuya? “Sen kimsin, nesin?” nasıl denirdi? Kendini biraz daha kabul edilebilir gösterecek her türlü fiziksel bakımı yaptıktan sonra zaman kaybetmeden yatağa yattı. Uykusunu tamamen alıp sağlıklı bir sohbet kurmak istiyordu onunla. Kendi kafasında Peri diye adlandırdı onu. Hep “Merhaba, Peri” diye selamladı onu hayalinde. Hayal ettikçe o aklına geliyor, aklına geldikçe onu düşünüyor, düşündükçe de düşünmeye bile kıyamıyordu. Kıyamadıkça kendini garip hissedip uyuyamıyordu. Aşık olmak bu aslında… Düşünmeye bile kıyamamak… Ama bazen yapılacak şeyler kısıtlıdır. Bir taraf istemezse olay tamamen yatar. İki tarafın da aynı derecede istemesi ise teorik olarak imkansıza yakındır. O yüzdendir ki “en büyük aşklar” diye bahsedilen şeylerde bile bir çarpıklık, bir eksiklik vardır. Mükemmel aşk yoktur, aramak da saçmalıktır. Ve dünyanın en iyi, en düzgün insanı olsanız bile kendiniz olmanız fayda etmez. Hayatın kocaman olan kendisi bile taktığımız maskeler üzerine kuruluyken, hayatın önemli olsa da küçük bir kısmı bu maskelerden bağımsız düşünülemez. Neyse, Namık sabah aynı saatte kalktı, günlük sabah ritüelini yerine getirdi, saçını-sakalını mümkün olduğunca düzeltti. Bulabildiği en güzel kıyafetlerini giyip -abartmamaya çalışarak da olsa- parfümünü verimli kullanmanın hesaplarını yaptı. Yola çıkmaya hazırdı. Çıktı da… Yine ters yöne giden “aynı” otobüse bindi, yine sıra bekledi. Aynı yere oturmak için elinden geleni yaptı ve başardı. Şans getirmesi için yanında getirdiği “aynı” kitabı da elinde olmak üzere heyecanlı bir bekleyişe koyuldu. İlk duraklar geçiyor, Namık “başka” birisinin yanına gelip oturmaması için dua ediyordu. Eli-ayağı titremeye başladı heyecandan. Daha önce hiç bu kadar güçlü duygular hissetmemişti. Sakin olması gerektiğine inandırdı kendisini. Mümkün olduğunca rahat olmaya çalışırken kulaklığını takıp en alakasız, en agresif şarkıları dinlemeye başladı. Ama hâlâ yerinde duramıyordu, yapamıyordu işte. Kitabının sayfalarını anlamsızca çevirmeye başladı. Sözde okuyordu, fakat ne okuduğunu anlayabiliyor, ne de anlamasa bile en azından okuduğundan emin olabiliyordu. Kitabı da kapattı. Yola bakmak ve gözlerini kapatmak daha önce işe yaramamıştı ve şimdi bunu denemek bile çok saçma olabilir, hatta ters tepki yapabilirdi. Derin derin nefes almaya başladı. Bu biraz işe yarıyor gibiydi. En sonunda beklediği durak geldi. İnsanlar doluşmaya başladılar içeri. Ve…

Kim bilir ne oldu… Mesele o değil zaten… Hayatın tamamı nah bu kadar bir saçmalık… Bu yazının sonuna geldim de ne oldu diyorsanız da tekrarlıyorum… Değişmeyin ama değişik olun… Kendinizden farklı olamıyorsanız, başkalarından farklı olamazsınız ki…

Aralık 3, 2008

Bir Kedi Yavrusunun Psiko-Absürd Masalı

Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler barbar iken; ben dedemi beşikte sallandırıp oraletimi yudumlurken; neymiş beni bu köye çeken? Kimi elbise diken, kimi acı çeken; bir halk varmış buğday eken…

Anadolunun kenarlarında, biraz da ortalarında, hafiften yukarıya doğru bir köy varmış. Yok yok, güneydeymiş. Dağların eteğinde, ırmakların göbeğindeymiş. Bu köyün insanları ırmakta buğday yetiştirir, kırlarda balık tutarlarmış. Bu derya kuzuları her gün yaylada otlarken, onlara küçük çocuklar eşlik edermiş. Bu küçük çocukların görevi çobanlık olmayadursun, bir çeşit gelenek olageledurmuş bu olay köyde. Bu kocaman yerde, bu küçücük köyden başka bir yer olmayınca insanlar da kapanıp kalmışlar içlerine. Bir süre sonra ne giden olmuş köyden, ne de buraya gelen olmuş. Çocuklar bir yandan amcalarıyla-teyzeleriyle balık bekler, bir yandan da sonsuza kadar yaşayacakları bu hayata şartlanırlarmış.

Küçük Merve henüz beş yaşındaymış. İki taraftan da örülü saçları, baştan aşağı açık mavi elbisesiyle tipik bir “bölge küçük kızı”ymış. Bulutlara bakar, onların nereden geldiklerini, nereye gittiklerini anlamaya çalışırmış. İçinde yaşadığı bu g.t kadar dünyanın çok yakınlarda bir sonu olduğunu, oraya giderse kenarından düşüp öleceğini düşünürmüş o yaşta. Merve’nin ailesi tipik bir bölge ailesiymiş. Bu köyde geleneklere ne olursa olsun uyulur, uymayanlar uyarılırmış. Hepimizin özlediği o msn muhabbetleri en güzel bu köyde dönermiş. İnsanlar gaz lambalarının ışığında ailece toplanır, msn’de güzel sohbetler ederlermiş. O zamanlar televizyon yokmuş, insanlar aileleriyle daha fazla zaman geçirirmiş. Değirmenlerle çalıştırtıkları bilgisayarlarının dallarından meyveler kopartıp komşularla yerlerken bir yandan da o seneki balıkların kalitesinden, tadından bahsederlermiş. Para kullanılmazmış burada; çünkü herkes aynı şeyi yapar, aynı şeyi kazanır, aynı miktarda kâr elde edermiş. Herkes kendine ve ailesine yetecek işi yapar, arada tek-tük eksik ve fazlalar en yakın komşuyla ortaklaşa giderilirmiş.

Merve bir sabah kalktığında bir süredir karnı şiş olan kedisinin doğurduğunu görmüş. O yaşta bir çocuğun normal şartlarda yapacağı gibi insanlarla hayvanların davranışlarını özdeşleştirmekte usta olan Mervecik, kendisinin de bu şekilde dünyaya geldiği sonucunu çıkartmış bu durumdan(ne yazık ki insanları leyleklerin getirdiği gerçeğini öğrendiğinde yıkılacaktır). Ağlamaya başlamış, bütün köyü birbirine katmış ve bal dolu havuzda umarsızca yüzmeye başlamış. Bu sırada yağmurun yağdığını gören miniciğimiz, iyice takmış kafayı bulutlara. Ne olursa olsun öğrenmeye karar vermiş nereye gittiklerini.

Almış eline cücük kedi yavrusunu, koşmaya başlamış bulutlar erimeden. Koşmuş, koşmuş ve koşmuş. Adını Elma koymuş kedisinin. Koştukça üşümüş, üşüdükçe Elma’ya sarılmış, avunmuş…

Evden uzak kaldığını kimse farketmemiş. Bu köyden kimse gitmezmiş, gittiği zaman da nasıl anlaşılacağı bilinmezmiş bu yüzden. Hiç anlaşılmamış gittiği; ne yapacaklarını bilememişler insancıklar. Buğday ekmişler, balık biçmişler, yeri gelip ayran içmişler… Ama asıl koşanlar, gerçekte kimmişler? Azıcık sevmişler, birazcık dövmüşler birbirlerini. Yıllar, yüzyıllar böyle geçmiş. Dönüp bakmışlar, bir arpa yolunu boy boy gütmüşler…

Merve ise artık köyden kaçmış, dağlar aşmış, bulutlar kovalamış bu kısacık yolda. Saatler sonra o g.t kadar dünyanın sonuna gelmiş, atlamış…

Aralık 11, 2008

Kırmızı Başlıklı Tükenmez Kalem

Şimdi size sessizlikten, yalnızlıktan bahsedercesine kocaman bir boş sayfa publish eyleyip entelvari bir çıkış yapabilirdim. Ama yapmadım. Neden? İşte “neden?” diyorum. Böyle yapmayı tercih ettim. Neden uykum varken ve ertesi gün yapacak birçok şeyim varken oturmuş buradan tek taraflı olarak çene çalıyorum sizinle? Yanınızdan her gün geçip giden ama farkında olmadığınız sıradan bir insanım diye geyik yapmıyorum. Çünkü sıradan bir insan değilim. Ahmet X’im ben. Tanrıların bu küçük, eğlenceli gezegeni adam etmesi için gönderdikleri kişilerden sadece biriyim. Gözünüze çarpmıyorum, çünkü ortada olmak istemiyorum. Bir kabak kadar kel ve parlak değilim, olmak da istemiyorum.

Ben babaların adam olmaz dediği nesle de aşina değilim. Her şeyimle başarılı, bir ahtapot gibi çok yönlü ve bir Jeff Murdock gibi kendinden emin bir sanatçıyım. Kelimelerle oturup adamakıllı konuşmuşluğum vardır sadece. İnsanlardan hoşlanmam. Beni delirtiyorlar. En sert, en kanlı damarımı bulup basıyorlar. Beni yargılıyorlar. Cinsel organıma doğru cüccük hareketi yapıp irkiltiyorlar beni. Oysa ben her dizemde farklı bir terasta oturup, her dörtlüğümde farklı bir kadınla sevişiyorum. Günün her saati farklı bir iklimin çayını içiyorum. Uyumuyorum, uyuyamıyorum ki… Uyku bir insanın hayatını gerçekten güzelleştirebilecek, aklını toparlamasını tam olarak sağlayabilecek tek şey belki. Ama kimin akla ihtiyacı var ki? Akıl dediğiniz nedir ki? Hatta “hangimiz akıllı değiliz ki?”. En gerizekalımız bile bu konuda mangalın küllerini en ücra köşelerinden yalayarak çıkartır. Aklın bir sanatçının önündeki en büyük engel olduğuna inandım hep. Kendi boynumuza bağladığımız bu zinciri sürekli sıkıştırıp durmaktan zevk alıyoruz yaşamak varken. Çağın koşuşturmalarına bulabildiğimiz en büyük göğüs numarasıyla katılıyoruz. Oysa kişi neden başkalarıyla karşılaştırılmak ister ki? Bu da yalnız kalınca kendini yeterince büyük hissetmeyenlerin, küçük gördükleri etrafında görece büyük gözükme çabalarından ileri geliyor. Koşmak demişken; siz hiç bir atletin sadece ve sadece koşmuş olmak için o pistte yerini alabileceğini düşündünüz mü? Birilerini geçmek mi gerekiyor illa? Ya da koşuyorsunuz diyelim. Yanından bir hışımla geçtiğiniz o kişinin hiç umrunda olmadığınızı anladığınızda olduğunuz yerde durup da “evet, bu işte” der misiniz? Demezsiniz; çünkü hâlâ birinci olmak peşindesiniz. O ünvanları elde etmek için neler neler verirsiniz…

Satırlardır koşmaktan bahsediyorum ve bunun sebebi benim hayatımı değiştiren şeyin bu olması. Yıllar önce profesyonel bir sporcuyken, start noktasında yerimi aldım. Hepimiz gergindik, bir an önce başlamak ve en iyi şekilde bitirmek istiyorduk. Koşmaya başladık. Bildiğiniz hayvan gibi adamlar olarak kompresör gibi soluyor, fıskiye gibi ter salıyorduk etrafa. Son 100 metreye geldiğimizde önümde sadece bir kişi vardı. Bacaklarımda kalan son gücü, içimdeki son kazanma arzusunu tüketmek üzereydim. Delicesine çarpıyordu tabanlarım yere. Hiçbir şey umrumda değildi; ben kazanacaktım. Önümdeki çam yarmasını da geçmem gerekiyordu sadece. Hırstan ağzımla burnum yer değiştirmişti. Saldırıyordum resmen. Ve o insanın yanından geçerken pis bir bakış atasım geldi. Attım da… Fakat o an ne yapacağımı şaşırdım. Yanımda koşan bendim, kendimin son metrelerdeki tek rakibiydim. Yüzümde bir gülümseme vardı. Umrumda değildim. Ben kendimi aşmak için çırpınırken, yanımdaki ben kendini iyice salmıştı. Orada yalnızca o, rüzgar ve suratındaki sinir bozucu gülümseme vardı. Ne koştuğu yere, ne bana, ne de kendinden geçmiş izleyicilere bakıyordu. Gözleri kapalı gibiydi. Görüyordu, ama bakmıyordu. Kollarını mümkün olduğunca açmış, rüzgarla arkadaş olmuştu. Bedeninin her santimetre karesine işlemesine izin veriyordu rüzgarın. Mutluydu, çünkü kendinden başka engeli yoktu ve bu engeli aşmak için bile birşey yapmıyordu. Ona bakarken koşamıyordum, düşünemiyordum. Dikkatimi toplayıp düşündüğümde ise bıraktım kendimi, beni yenmeme izin verdim. Ama uzaktan gördüğüm kadarıyla sevinmiyordum. Bitmişti yarış. Yine de hâlâ koşuyordum. Yere oturdum, gözden kaybolana kadar izledim kendimi. Etrafımdakiler bana ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bir sorunum olduğunu düşünen antrenörüm ve sağlık ekibi başımda dikiliyordu kafamı kaldırdığımda. Sessizce ayağa kalktım, soyunma odalarına doğru yürümeye başladım. Arkamdan önce şaşırıp bakakalan, sonra da küfürler savurmaya başlayan antrenörüm umrumda değildi. Ben kazanmamış olsam bile, ben kazanmıştım.

O gün koşarken giydiklerimi yanıma almıştım. Evimin en güzel köşesine koydum onları. Ahmet X’im ben. Arada sırada giyip dışarı çıkıyorum. Boş sokaklarda, dolu sokaklarda koşuyorum. Gülümsüyorum rüzgara karşı. Geliyorum evime; hiç yaşamadığım aşklara, hiç gitmediğim yerlerde şiirler yazıyorum. Kaygısız, tasasız, uykusuz… Saf mutluluğu yaşıyorum. Sonra çıkıyorum yine sokaklara. Koşuyorum… Gülümsüyorum hep. Deli diyorlar bana ama duymuyorum hiç. Ahmet X’im ben. İnsanlar beni görmez, konuşmazlar benimle. Ben de onları görmüyorum, konuşmuyorum. Sadece koşuyorum, çünkü önemli benim için. Çünkü önemliyim benim için…

Aralık 16, 2008

Obsessive Pursuit

Her gece yaptığı gibi yatağına oturdu. Battaniyesini ayaklarına örttü ve kitabını eline aldı. Jack London’ın Vahşetin Çağrısı adlı kitabını okuyordu. Tabii ki bir elinde dondurucuda beklettiği bardağına doldurduğu buz gibi viskisi vardı. Bardağını ve viskisini soğuk tutarak buz kullanmaktan kurtuluyordu. Kim sulu viski içmek isterdi ki? Küçük ama dolu dolu bir kitaptı okuduğu. Kendisi de aynı kitaptaki gibi gittikçe hayatından uzaklaşıyor, benliğini buluyordu. İnsanın içinde gizli o vahşiliği ve içgüdüyü takip etmenin dayanılmaz hafifliğini tadıyor, tadını beğendikçe bir bardak daha istiyordu. Şişenin yarısına geldiğinde okumayı bıraktı. Yarın uzun bir gün olacaktı ve dinlenmesi gerekiyordu.

Erol yalnız bir adamdı. Arkadaşı yoktu hiç. Arada sırada selamlaştıklarını saymazsak. Onlara da arkadaş denemezdi zaten, değil mi? Dışardan sıradan ve ezik gözüken hayatını yaşarken kendisini bile hayretler içinde bırakıyordu. Her geçen gün kendi karşısına başka sürprizlerle çıkıyor, her saniye yaptıklarına şaşırıyordu. Olayların başına dönersek, böyle yaşamaya başlaması çok çok önce değildi dersem yalan olur ama olmaz da sanki. Bundan tam 10 yıl önce, henüz lise yıllarının ortasındayken ve yalnız olduğunun -belki de ömrü boyunca yalnız kalacağının- yeni yeni farkına varmışken bir kızla karşılaştı. Kendisinden bir-iki yaş küçük olan Esra’nın upuzun kıvırcık saçlarından, olgun bir kadın ciddiyetine sahip olmasına rağmen güldüğü zaman bir çocuk masumluğunu alan yüzünden etkilenmesi çok uzun sürmedi. Onunla tanıştıktan sonra yapacak tek bir şey kalmıştı. Bu tek şey için henüz çok erkendi ama en azından bunu yapabilmek için ortam hazırlamaya çalıştı. Onu gördüğü zaman konuşamıyor, konuştuğu zaman ise bu “havadan-sudan bir muhabbet”ten öteye gitmiyordu. Öte yandan Esra, Erol’a karşı hiç de yakın davranmıyor, aksine ondan kaçmaya çalışıyordu. Bir gün okul çıkışı yanına gitti ve ertesi gün bir yerlerde oturmak için vakti olup olmadığını sordu. Kız aslında durumu anlamak bir yana, her şeyi bir şekilde ortak arkadaşlarının dokundurmalarından öğrenmişti ve bu “bir yerlerde oturmak” eyleminin amacını ve muhtemel gidişatını tahmin edebiliyordu. Erol ise onu öyle bir anında yakalamış ve öyle bir şekilde söylemişti ki bunu, reddedilecek gibi değildi. Konuşmaları gerekiyordu işte. Esra da bir an önce konuşup her şeyin açıklığa kavuşmasını istediğinden olsa gerek, “peki” dedi sadece. Ertesi gün güneşliydi. Açık bir hava vardı ve artık ikisinin de açık olması gerekiyordu. Kahvesini yudumlayan Erol günlerdir, daha gerçekçi olmak gerekirse aylardır ayna karşısında tekrarladığı o konuşmayı yapmak için gelmişti. Ama bunun için gelmiş olmanın verdiği stres ve hayatında aşık olduğu ilk kadının karşısında olmanın verdiği heyecan ona her şeyi unutturmuştu.

-Eee, nasılsın bakalım?

-İyi… Sen nasılsın?

-Fena değil. Her zamanki gibi.

-Yalnız benim çok fazla vaktim yok, yanlış anlama ama.

-Yok canım, ne yanlış anlaması… Ben sadece uzun zamandır sana söylemek istediğim bir şey hakkında konuşacaktım seninle.

-…

-Esra, ben senden hoşlanıyorum. Hem de çok uzun zamandır.

-…

-Aylardır.

-Oha!

Bu anı kelimelerle tarif etmeye gerek yok sanıyorum. Daha ergenlik döneminizden yeni çıkmışsınız. Yeni yeni yetişkin olmaya başlıyorsunuz. Ve ilk kez adam gibi aşık oluyorsunuz. Anlatabiliyor muyum? Bunlar gerçek olduğuna inandığınız, inanmak istediğiniz ilk duygular. Daha önce ne olduğunu bilmediğiniz şeyler. Erol da daha önce her genç gibi birilerinden hoşlanmıştı. Bazılarından karşılık buldu, bazılarından bulamadı. Geri dönüp baktığında hepsine gülerdi. Çocukça şeylerdi çünkü bunlar. Şimdi büyümüştü, olgunlaşmıştı… Karakteri oturmuştu kendince. Ve bu kendi kendine yaşadığı ilk ve tek gerçek aşk, bir “oha” sözcüğüyle yerle bir olmuştu. Sonra söylenenen bir “pardon” tabii ki onun kırılan kalbini tamir etmedi. Esra’nın şaşırmasına imkan yoktu. Biliyordu çünkü neyle karşılaşacağını. Neden böyle söylemişti? Ne yapmaya çalışıyordu? Kısa bir sessizlik, suya düşen hayaller ve açıklanamadan kalan hislerle sona erdi bu buluşma. Arada başkasını sevdiğini de söylemişti ama bunun önemi yoktu. Olmayacaktı işte. Ne şekilde olmayacaksa olmasın, önemli olan olmayacak olmasıydı.

Ertesi gün belli etmemeye çalışsa da ne hissettiği, ne düşündüğü yüzünden okunuyordu. Yanına gelen arkadaşları konuyu açmamaya çalışıyor, mümkün oldukça iyi davranıyorlardı. O da gerizekalı olmadığı için bu yapılanların farkındaydı ama sesini çıkartmıyordu. Zaten birkaç tane arkadaşı vardı ve onlar da yanındaydı işte. Ona destek oluyorlardı bir şekilde. En azından deniyorlardı. Bir hafta boyunca yalnızca yatağında uzandı. Ne ders çalıştı, ne birisiyle konuştu. Ailesi de yanlış giden bir şeyler olduğunu anlamıştı, fakat yapacakları hiçbir şey yoktu. Birkaç gün sonra kitaplarını aldı ve okuluna doğru yola çıktı. En arkadaki sırasına oturdu, birkaç arkadaşıyla şakalaştı ve gün boyunca derste not alıyormuş gibi yaptı. Günlerdir çok garip rüyalar görmüş, hepsiyle ilgili aklında soru işaretleri kalmış ve bugün, tam da bugün hepsinin cevabını bulmuştu. Tüm soru işaretlerini aklında birleştirdi ve bu hikayeye bir son yazdı. Artık hayatı onun için sadece bir malzeme olmuştu. Yaşıyor, tecrübe ediyor ve saçma sapan sonuçlara ulaşıyordu. Ulaştığı sonuçları bir yere not ediyor ve belirli aralıklarla hepsini birden okuyordu. Birkaç ay sonra bunlarla bir şey yapmaya karar verdi. Oturup hepsini, ama hepsini birleştirmeye karar verdi. Yaptı da… Bundan sonra kendisini rahatlatacak şeyi bulmuştu. Hiç oynanmayacak oyunlar ve hiç çekilmeyecek filmler için senaryolar yazıyor, bir kenara kaldırıyor ve sadece kendisi okuyordu. Kendini sinemanın cilcilli dünyasına kaptırması uzun sürmedi. Çok çok alakasız bir şekilde üniversiteden mezun olup mühendis olmasından sonra da sinemanın peşini bırakmadı. Çeşitli eğitimlere de katılarak bildiklerinin genel kültür olmaktan sıyrılmasını sağladı. Şimdi ülkenin önde gelen yönetmenlerinden olmasa da, bazı ses getiren reklam filmlerine imzasını atmıştı bile.

Sadece senaryo yazabilirdi -daha önce yaptığı gibi- veya sadece başkalarının yaptıklarını izleyebilirdi -her insan gibi. Yönetmenken de başkalarının yaptıklarını izleyebiliyor olması onu her zaman rahatlatıyordu. Hem bu sefer neredeyse her şey onun kontrolündeydi. Tekrar belirtmekte fayda var. Onun derdi kontrol sahibi olmak değildi. Sadece gözlemlemekti. Gördüğü, duyduğu ve yaşadığı şeyler hakkında kafasında çeşitli fikirler üretmekten, kendince olayları şekillendirmekten zevk alıyordu. Hayal gücü insan ırkına verilmiş en büyük hediyedir demek istemiyorum. Çünkü sadece insan ırkına verilip verilmediğinden emin olamayız. Yani hani hayvanların tamamen içgüdüleriyle hareket etmesi, düşünememesi… En azından bizim gibi düşünememesi… Belki de düşünüyorlardır, nereden bilebiliriz ki? Belki onların amaçsızca yaptığını düşündüğümüz şeyler sandığımızdan daha karmaşıktır. Ve en önemlisi: belki onlar bizden daha akıllıdır ve yüzyıllardır aynı şeylere aynı tepkileri vermelerinin nedeni sadece ve sadece artık hayatlarını düzene sokmak istemeleridir. İşte bence insanlık en büyük hatasını bu bencilliğinden dolayı yapmıştır, yapmaktadır ve yapacaktır. Biz hem bireysel olarak, hem toplumsal olarak en üstün olmaya çalışaduralım; hayvanlar, deliler ve sanatçılar kendi dünyalarında çok mutlu olmasalar da, en azından kaygısız, tasasız yaşamlar sürüyorlar…

Belki Erol da kaygısız, tasasız bir yaşam sürmek istiyordu. Belki istemiyordu… En azından içinden geldiği gibi davrandı özellikle son yıllarında. Aynı Don Juan gibi her kadında “salt kadın olmaktan gelen” bir güzellik bulabiliyordu. Kadınlar gerçekten güzellerdi. Ve bunun sebebi sadece kadın olmalarıydı. Onların o narin bedenleri, insanlığın başlangıcından bu yana gelen, saflık ve güzellikle dolu sesleri, duygusallıkları, kırılganlıkları onu deli ediyordu. Yılar önce yaşadığı ilk gerçek aşkın hikayesi böyle sona erdikten sonra birkaç ilişki yaşamıştı ama bu ilişkiler o kadınları sevdiği veya hiç değilse hoşlandığı için değil, kadınlar çok güzel yaratıklar olduğu içindi. Sadece onlarla birlikte olmak, hiç değilse onlarla konuşmak, daha da hiç değilse onlara bakmak istiyordu. Bu içinden geliyordu ve onun da bununla bir problemi yoktu zaten…

Arada sırada çektiği şeyler bir süreliğine karnını doyurmaya yetiyor olsa da, her zaman işine yaramıyordu. Para kazanması gerekiyordu ve bunu da ailesinin zoruyla seçtiği meslek olan mühendislik sayesinde az-buz başarıyordu. Her akşam 6′da işten çıkar ve o büyük hayalini gerçekleştirmeye bir adım daha yaklaşırdı. Dünyanın en güzel kadınını bulacaktı. Bunu birkaç yıl önce ilk yaptığında güzel sayılabilecek bir kadını takip etmişti. Ne yaptığını izleyip kendince sonuçlar çıkarmakla harcamıştı o gününü. Amacı her hafta farklı bir kadını, ve bir öncekinden daha güzel bir kadını takip etmek, onların bir haftalık yaşamları hakkında hayatla ilgili dersler çıkarmaktı. Belki de tüm erkeklerin kafasındaki en büyük soru işareti olan “kadınlar ne ister?” olayını sadece güzel kadınlara indirgemeye çalışıyordu. Yanlış anlaşılma olmasın. Onun için bütün kadınlar güzeldi daha önce bahsettiğim gibi. Ama o güzeli değil, en güzeli istiyordu. Güzel olan kadınlarla mükemmel olanlar arasında ne gibi farklar olduğunu inceliyordu. Ve yıllardır hep bir öncesinden daha güzel olduklarını düşündüğü kadınlar üzerindeki düşünceleri tek bir şeyi işaret ediyordu. Onların hepsi kadındı. Ve tek bir şey istiyordu hepsi. İstekleri aynı şeydi. Bu “tek şey”in ne olduğu konusunda hiçbir fikri olmasa da, kadınların hepsinde olan özellikler keşfetmişti ve bunlar onu yanıltacak şeyler değildi. Her kadın kendisini güzel olmaktan, “daha güzel olmaya” taşıyacak ayrı bir özelliğe sahipti ama yine de bütün kadınlar aynıydı. Ve tek bir şey istiyorlardı. Ama ne istiyorlardı ki? Asla takip ettiği kişinin evinin önünde beklemez, geçtiği bir sokaktan bir daha geçmezdi. Takip eder, o gün evlerine nasıl gittiklerini öğrenir, ertesi gün evlerine çok yakın olmayan bir yerde onların geçmesini bekler, geçmezlerse boş verirdi. Onlarla herhangi bir şekilde tanışmamak için elinden geleni yapardı. Yıllardır o kadar çok kadını takip etmişti ki, ister istemez, nadiren de olsa -zaten sadece birkaç tane olan- arkadaşlarının tanıdıkları çıkabiliyorlardı ve onlarla tanıştığında, çalışsa da normal davranamıyordu. Yine de bu onu rahatsız etmiyordu. Hiçbir şey, hiç kimse umrunda değildi. Çünkü gerçek anlamda hiç kimsesi yoktu. Hiç kimsesi olmaması ve hiç kimseye ait olmaması ona sınırsız bir özgürlük sağlıyordu hayatında. Yine de kimseye anlatamıyordu bu yaptıklarını. Onu anlayacaklarını düşünmüyordu. Anlayıp anlamamaları da umrunda değildi ama bilmemeleri hayatında ona daha çok kolaylık sağlayacaktı.

Bir gün işten çıktı ve “gözlemlemek” için bir öncekinden daha güzel bir kadın aramaya koyuldu. Bir yaz günüydü ve henüz havanın kararmasına saatler vardı. Bu seferki kadın uzun boylu, esmer, dalgalı saçlıydı. Üzerinde bir tek “ciddiyim ben” yazısı eksik olan kıyafeti, çok da kısa olmaması için özen gösterilmiş eteğiyle tam bir memur havası vardı onda. Arabasına yöneldiğini gören Erol da kendi arabasına atladı ve takip etmeye başladı. En sevmediği kadın tipi arabası olan kadınlardı. Çünkü bir kadın yürüyorken veya toplu taşıma araçlarını kullanıyorken rahatlıkla peşine takılabilirsiniz. Ara sokaklarda yürüyen herhangi biri olabilirsiniz. Fakat bu “ara sokaklar”da iki aracın uzun bir süre arka arkaya gitmesine pek rastlanmazdı. Ana yolda değilsinizdir, ve herkesin gideceği farklı bir yer vardır genellikle. Birinci birlikte geçilse bile, ikinci dönüşte yollar ayrılır. Erol da nefret ettiği bir şekilde mümkün olduğu kadar yakındaki bir ana yolda bıraktı onun peşini. Ertesi gün de aynı yerde bekledi onu. Bir hafta boyunca bekleyecek ve görecekti. Ne göreceğini az-çok tahmin edebiliyordu yılların tecrübesiyle(!) ama bu seferkinin farklı olduğuna dair bir şeyler vardı içinde. Aşağı yukarı aynı saatte arabasıyla önünden geçti. Erol birkaç saniye bekledi ve anahtarı çevirdi. Zahmetli birkaç manevra yaparak ve mesafeyi korumaya dikkat ederek peşine takıldı. Kadın, Erol’un onu ilk kez gördüğü yere yakın bir yerde durdu, bir büfeden iki gazete aldı. İki gazete almış olması iki anlama gelebilirdi: ya kararsız ve meraklı birisiydi, ya da objektif olmaya çalışıyordu kendince. Aynen böyle geçirdi aklından: “kendince”. En başlarla böyle değildi Erol. Ama yıllardır birçok kadını “gözlemledikten” sonra, ve de en önemlisi hepsinin aynı olduğunu düşünmeye başladıktan sonra ister istemez onlara tepeden bakıyor, onları tanıdığını düşündüğü için küçük görme hakkını kendisinde buluyordu. Bu ufacık kelimeyi aklından geçirdikten sonra zaman kaybetmeden tekrar yola koyuldu. “Muhtemel Hedef”-kendi deyimiydi- o kadar düzgün ve sakin araba kullanıyordu ki, Erol neredeyse bir kadını takip ettiğini bile unutuyordu bir anlığına. MH son olarak pek de ünlü olmayan bir şirketin, yine de içinde çok önemli işler yapılıyormuş gibi gözüken binasının bulunduğu alana girerken Erol da “Bu günlük bu kadar” dedi ve yoluna devam etti. Şirket çok işlek bir semtteydi ve etrafta bu “şirket”lerden başka bir şey bulmak olanaksızdı. Yani onu oracıkta bekleyemez, aynı yerden defalarca geçip benzin parasını tavan yaptıramazdı. Onun da bir tarzı vardı… Tarzından birazcık ödün vermesinin kendisinde uyandırdığı suçluluk hissini, yolun karşısında bekleyip sadece saat kaçta çıktığını öğrenip o günlük kendi yoluna gitmeye karar vererek kapattı. Üstelik o gün “bu” gün bile olmayacaktı. Bugünlük daha fazla uğraşmayacak, yarınının küçük bir bölümünü ayıracaktı bu işe. MH ile önceki gün hangi saatte karşılaştığı olsun, normal bir mesai saatinin kaçta bittiği olsun, tüm ayrıntıları düşündü ve bu iş için yarım saatini ayırmaya karar verdi. Genelde bu tür şeyler için yarım saatini ayırırdı zaten. Yarım saat boyunca bekler, gelmez-geçmezlerse onlardan “vazgeçerdi”. Uzun zamandır oturup adam gibi konuştuğu tek kişi kendisi olduğu için böyle garip bir terminolojisi vardı “kendince”. Hafta içi sadece eve gidiş-gelişi boyunca yollarda, hafta sonu ise bir iki kafe ve barda izlediği bu insan hakkında kararsız ve meraklı olduğu, sigara içmediği, arkadaşlarıyla konuşurken tamamıyla dürüst ve açık olamadığı gibi sonuçlar çıkartmış, bunlar ise kendisine hiçbir şey katmamıştı. Ama çok güzeldi. O günden sonra ne kadar uğraştıysa da daha güzel biriyle karşılaşmadı.

Yapılacak çok şey yoktu. Ya yeni insanlar görmek için uzaklara gidecekti, ya da vazgeçecekti bu “misyonundan”. Yaptığı şey ona göre çok mantıklıydı, ama sırf bunun için işi-gücü bırakıp yeni bir hayat kuracak kadar mantıklı gözükmüyordu. Hayatında düzenli ve bilinçli olarak yaptığı belki de tek şey olan bu “huy”unu terketmesi hiç kolay olmadı. Artık hayat onun için bomboştu. Günlerini içerek, eskisinden daha saçma şeyler yazarak ve sıkıntıdan ağlayarak geçiriyordu. Arada sırada dışarı çıkıyor, tam olarak “sessiz-sakin” diye tarif edilebilecek yerlere gidiyordu. Bir gün yine bu yerlerden birinde barda otururken, yanına birisi oturdu. Aslında tam olarak “yanına oturmak” denemezdi. Oturulacak başka yer yoktu ve oraya “boş olduğu için” oturulmuştu. Bunun zaten farkında olan Erol, uzun bir süre kafasını bile kaldırmadan içmeye devam etti. Dışardan gelen bir gürültüye bakmak üzere kafasını çevirdiğinde ise yanında oturan “kişi”nin aslında o kadar da önemsiz olmadığını anladı. Bir süre durakladığını farkeden kadın, “bir sorun mu var?” dedi. Bunun üzerine Erol biraz daha durakladı ve “Siz benim gördüğüm en güzel kadınsınız” dedi. Kadın kahkahalarla gülmeye başladı. Gerçekten de gülünecek bir şekilde söylemişti bunu ama kesinlikle ciddiydi. “İnanın bana, bu çok bayat bir numara. Ve bunu bana karşı kullanmanızı bir hakaret olarak algılayabilirim. Ama kızamıyorum size nedense…” “Ama ben…” dedi Erol. Kadın: “Ama siz ‘tabii ki’ ciddisiniz, ama lütfen devam etmeyin bu şekilde” dedi. “Allah aşkına gördüğünüz en güzel kadının bir barda yanınıza oturması ihtimali gerçekten kaçtır biliyor musunuz? Kesinlikle düşük bir ihtimal olmalı değil mi? Ben tesadüflere inanmam, bir şeyin ihtimali düşükse de olmayacaktır derim. En önemlisi de: gerçekten çok bayat bir numara bu.” Sanki başka bir şeye sinirlenmiş de sinirini Erol’dan çıkartmaya çalışıyormuş gibiydi. Ki söylediği gibi gerçekten de kızamıyordu Erol’a. Belki de alışmıştı bu tür şeylere. Gerçekten güzeldi ve muhtemelen karşılaştığı birçok erkeğin gördüğü en güzel kadındı. Ve o erkekler, hep bu aynı cümleyi söylüyorlardı. Haklı olabilirlerdi de… Yine de illa ki daha güzel olmasa da daha değişik cümleler kurmaya başlamaları gerekiyordu onu sıkmamaları için. Bardağını başına dikti, çantasını eline aldı ve sinirle çıktı. 5 dakika sonra döndü, Erol’a kartını verip tekrar çıktı. Erol ise “noluyo ya?” veya daha çok ecnebice “WTF?!” havalarında, affallamanın orta kuşaklarında bir şekilde kalkar gibi oldu ama kendisine bugünlük bu kadar dedi. Evine gitti. Ertesi gün sıkıntılı ve gergin bir telefon konuşması yaptı. Aslında konuşma gergin değildi, gergin olan Erol’du. Ne söyleyeceğinden emin değildi. Neyse ki kadın gereğinden fazla iyi davranıyordu ona. Yarın akşam yemek yiyeceklerdi.

Her gece yaptığı gibi yatağına oturdu. Battaniyesini ayaklarına örttü ve kitabını eline aldı. Jack London’ın Vahşetin Çağrısı adlı kitabını okuyordu. Tabii ki bir elinde dondurucuda beklettiği bardağına doldurduğu buz gibi viskisi vardı. Bardağını ve viskisini soğuk tutarak buz kullanmaktan kurtuluyordu. Kim sulu viski içmek isterdi ki? Küçük ama dolu dolu bir kitaptı okuduğu. Kendisi de aynı kitaptaki gibi gittikçe hayatından uzaklaşıyor, benliğini buluyordu. İnsanın içinde gizli o vahşiliği ve içgüdüyü takip etmenin dayanılmaz hafifliğini tadıyor, tadını beğendikçe bir bardak daha istiyordu. Şişenin yarısına geldiğinde okumayı bıraktı. Yarın uzun bir gün olacaktı ve dinlenmesi gerekiyordu. Gördüğü en güzel kadından neredeyse hiçbir şey yapmayarak bir randevu koparmıştı ve bu tek kelimeyle “önemli”ydi.

Sabah kalktı, özenle giyinip -bir erkeğin bu konuda ulaşabileceği sınırları zorlayarak- süslendi. Sıkıcı işine gitti. Gün boyunca kendisine iyi davranılacağından emin olmak istercesine herkese iyi davrandı. Herkesle iyi geçinmeye çalıştı. Sürekli gülümsedi, gerekli-gereksiz yardım etti etrafındakilere. İş çıkışında ise iş arkadaşlarına(!) kocaman birer “kendinize iyi bakın” çektikten sonra o neşeyle kadının evine doğru yol aldı. Kapıyı çaldı. Kadın son hazırlıklarını yaparken içerde beklemesini rica etti. Salona geçip oturdu. Kadın elinde beyaz şarap dolu iki kadehle kapıdan girdi. Yanına oturdu. Kadehlerden birini Erol’a verdi. “Biliyor musun?” dedi. “Bana gördüğün en güzel kadın olduğumu söylediğinde gerçekten böyle olduğuna inandım. Çünkü benim de bildiğim bazı şeyler var. İnsanın bakışından, söyleyişinden, duruşundan anlayabiliyorsun bazen ne kadar samimi olduğunu. İnsan sarrafı olmana gerek yok bir insanın doğru mu yalan mı söylediğini, kendisini nasıl hissettiğini, adresini vermemene rağmen ‘beni evimden alırsın’ dediğinde ertesi gün nasıl yanında oturup şarap içebildiğini anlaman için. Bazen sadece farkediyorsun işte. Gereğinden fazla karşılaştık, olsun o kadar.” Erol kıpkırmızı olmuştu ve terliyordu, tek kelime bile edemedi. “Telaşlanma, her şeyin farkındayım. Neden yaptığını bilmiyorum ama ne yaptığını biliyorum. Ama umrumda bile değil. Sen zaten hazır görünüyorsun. Geç kalmayalım.”

İnsanların kendisini anlayamayaklarını biliyordu zaten Erol. Mesele eğer biliyor olsalardı nasıl tepki gösterecekleriydi. Ve daha önce de bahsettiğim gibi umrunda değildi bu mesele. Bu sefer bu tepkiyi vermiş olan kişi bir şekilde umrunda olan birisiydi ve hiç beklemediği bir tepki vermişti. Daha fazla sorgulamak istemiyordu ama yine de kendinden utanıyordu bu insan tarafından ona iyi davranıldıkça. Yine de pişman değildi. İnsanlar onu anlamıyordu. Bu “güzel” insan da anlamamıştı ama en azından üstüne gitmemişti. Yemek çok güzel geçti. Gecenin sonu da güzeldi. Sabah kalkınca üstünü giydi ve onu uyandırmadan evine döndü. O gün işe de gitmemeye karar verdi. Akşama kadar kendisiyle bile konuşmadı. Televizyonda saçma sapan programlar izledi. Gece olduğunda bir talk show programına telefonla bağlandı ve önemsiz birkaç yorum yaptı. Müziğin sesini sonuna kadar açıp kapının çalınmasını bekledi. Uyarmaya gelen komşusunu azarlayıp kapıyı suratına kapattı. Yine de sesini kıstı müziğin. Artık yapacak bir şeyi kalmadığından emin olunca da geceleri en iyi arkadaşları olan uyku haplarının tümünü avcuna doldurdu. Artık daha çok arkadaşı olsun istiyordu…

Aralık 28, 2008