Çarşamba, Ağustos 25, 2010

Sezai Karakoç

Yıllardır anlayamadığım belki de tek şairdir Sezai Karakoç... Kimileri kendisinin İslam, mistisizm, felsefe, vs.yi muhteşem bir şekilde sentezlediğini iddia eder. Ki acaba öyle midir? Bir şiirinin bir kısmını paylaşayım burada:

"senin kalbinden sürgün oldum ilkin
bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
sana geldim
ayaklarına kapanmaya geldim
af dilemeye geldim
affa layık olmasam da
uzatma dünya sürgünümü benim"

Başka şiirini paylaşmaya gerek görmüyorum, zira hepsi aynı formatta. Şimdi bu bir şiir midir? Benim sanat anlayışıma göre de, edebiyatın belli başlı yapısal unsurlarına göre de şiirdir. Ama nasıl bir şiirdir? Bok gibi bir şiirdir. Neden? Şimdi bu şiiri olabildiğince içten, duygulu bir şekilde okumaya çalışın. Ne hissediyorsunuz? Durun durun! Ben size söyleyim ne hissettiğinizi. Sonsuzluğa uzanan bir merdivenden hep aynı tempoda iniyorsunuz, değil mi? İşte that's my problem with Mr. Karakoç diyorum. Şiirleri aşırı mekanik, duygusal devinimden yoksun, heyecansız. Duru desem duru değil, duruluğun da bir deseni olur kendi içinde. Desensiz...

Bunu tek bir şiire bağlı kalarak söylemiyorum inanın, bu mekanikliği okuduğum aşağı yukarı elli şiirinde hissettim. Hatta şöyle söyleyim, kendisinin varlığından bir on yıldır falan haberdarım, "adam gibi" denebilecek bir şiirini okuduysam da hatırlamıyorum. E durduk yerde niye bulaştın adama şimdi diyebilirsiniz. Sadece internette dolaşırken bir sitede adını gördüm ve içimden kendisiyle ilgili düşüncelerimi anlatmak geldi.

Özet geçiyorum: Sezai Karakoç, muhafazakar kesimin şair ihtiyacını karşılamak için abartılmış, bok gibi bir şairdir. Ama yine de kıvırma hakkımı saklı tutuyorum. Bu akşama kadar bana üç tane güzel şiirini gönderin, belki fikrimi değiştirirsiniz.

Cuma, Mayıs 07, 2010

Peki Sevişmenin Genelde Ayıp Olmadığı Bir Dünyada Yaşasaydık?

Gündemde ne var?

Deniz Baykal ve ona ait olduğu iddia edilen aksiyon kısmı kesilmiş seks kaydı. İşin siyasi boyutuna çok girmeyeceğim. İki ihtimal var: o kayıttaki adamın Deniz Baykal olması, ve olmaması. Ama olsa ne olur olmasa ne olur?

Vakit paçavrası, pardon gazetesi, dini siyasete alet ediyor geyiklerine de girmeyeceğim. Çünkü artık bunun üzerinde yorum yapmak saçma olmakla kalmıyor, aptallıktan öteye geçiyor. Her şey ortada. Başlıktaki genelde kısmını da şöyle açıklayım. Diyelim ki görüntülerdeki kişi Deniz Baykal olsun. Eğer eşi ile alışılmış bir karı-koca ilişkisi yaşıyor ise, kendisinin de kabul ettiği bazı sorumlulukları vardır eşine karşı. Bu sorumluluklara karşı ayıp etmiştir. Eğer zaten eşi ile toplumda yerleşmiş algı ve inanışlara dayanan bir ilişkisi yoksa veya videodaki o değilse kimseye ayıp etmemiş oluyor sanırım. Yani öyle veya böyle, eğer adamın yaptığı bir hata varsa, "eğer varsa," bu bize karşı yapılan bir hata mı?

Seviştilerse, sevişen insanlara bakıp tu tu tu tu rezil herifler demek neden bize düşüyor? Üstelik bize -her anlamda- giren çıkan bir şeyler yokken. "Seks skandalı" ifadesine çok dikkat etmek lazım. Seks genelde iki, zaman zaman daha fazla kişi arasında olan bir şey değil mi hacı? Seks neden skandal olsun ki! Eğer Baykal o yaşta böyle bir şey yaptıysa helal olsun, afiyet olsun abime diyorum. Bu meselenin eşiyle arasındaki boyutu beni ilgilendirmez, ki sizi de ilgilendirmemeli.

12 yaşındaki "çocukların" dizlerini ve kollarını sansürleyen, Oktoberfest albümü yapıp "ahlaksızlık diz boyu" diyen ama fotoğraflarında sadece bira içen, üstü başı giyinik, mutlu insanlar bulunduran; aşağılık, ahlaksız, terbiyesiz ve gizli-açık pedofil tüm Vakit (fuck it?) paçavrası yazar, muhabir, editör ve yetkililerine şöyle küçücük bir öğüt vereceğim: "yobazlık beyni bulandırır, bir sakin olun." Ki insan haklarını geçtim, ülkemizdeki beş yüz milyon tane yasaya göre de suç olan böyle bir hareketi yarım saatliğine de olsa yapmak üç yaşındaki çocuk zekası gerektirir. Azıcık inceleyelim:

En basit ifadesiyle, eğer vidyodaki kişi Baykal değilse, iftira vardır. Ve kişilerin onurlarını, şereflerini, kariyerlerini dürtecek şekilde yalan yanlış açıklamalar yapmak suçtur.

Vidyodaki kişi veya kişiler kim olurlarsa olsunlar,

Vakitgiller bilmiyorlar mı ki, insanların özel yaşamlarının kendi izinleri olmaksızın kaydedilmesinin suç olduğunu. Hadi kaydedenlerin Vakit ile bir alakası olmasa bile, bunlar bilmiyorlar mı ki kişilerin özel yaşamlarıyla ilgili bilgilerin ve/veya görüntülerin kendi izinleri olmadan "yayılmasının", "dışarı çıkarılmasının" suç olduğunu?

Vakitgiller bilmiyorlar mı ki, artık internet dünyasında kendini ispat etmiş ve "internet üzerindeki tanrı figürü" olarak adlandırılan Google diye bir şey olduğunu ve bu şeyin piyasadaki her internet sitesini belirli aralıklarla önbelleğe aldığını? Hadi Google'ı da geçtim, akıl edemiyorlar mı ki görüntünün ve haberin yayınlandığı saatte ayakta olan her on kişiden en az dokuzunun "hassktr lan bu ülkemizde önemli bir konumda bulunan biriyle ilgili çok acayip bir haber" deyip vidyoyu bilgisayarlarına kaydetme yolu arayacaklarını, ve bazılarının kaydedeceğini?

Bence en azından son söylediğimi, kendi içlerinde yönetim ve yetki konusunda sıkıntıları yoksa, biliyorlar. Komplo teorilerini hiç sevmem, açıkçası Deniz Baykal'ı da pek sevmem. Ama böyle bir görüntü gecenin bir saatin yayına koyulup kısa bir süre sonra yayından çekiliyorsa ortada akıllıca olan veya olmayan daha başka hesaplar var. Çünkü öteki türlü düşününce yapılan şey çok aptalca, çocukça oluyor.

Haberde bahsi geçen kadın millet vekilimizin "eşinin de onayını alarak" millet vekili olma amacı güderek Baykal ile cinsel ilişkiye girmiş olması çok ama çok ağır bir iddia. Olayın siyası boyutuna çok girmeyeceğim demiştim ve bunu pek uzatmak istemiyorum. Ama yıllardır o partiye ve genel olarak Türkiye siyasetine kazık çakmış, aşağı yukarı her türlü dalavereyi görmüş bir insan; üstelik konumundan ve maddi durumundan dolayı istediği her şeyi olmasa da çoğu şeyi elde edebilecek bir insan neden gitsin evli barklı bir kadın ile böyle küçük hesaplar güderek, kendi kariyerini hiçe sayarak beraber olsun? Bu kadar mı aç kalmış bu adam? Daha doğrusu, eğer cinsel fonksiyonları bu yaşta tam olarak çalışan biriyse Deniz Baykal (ki bu hiçbirimizi ilgilendirmemeli aslında) buralara kadar gelmiş bir adamken "bu kadar" aç kalabilir mi? Ki Nesrin Baytok da yanlış bilmiyorsam yaklaşık 20 yıldır CHP'de önemli görevlerde bulunmuş, iyi bir üniversiteden mezun bir insan. Yani sırf millet vekili olmak için böyle "ufak tefek" ve -bir an için toplumsal normları iplersek- ucuz oyunlara başvurması mantıksız geliyor bana.

Bir ihtimal daha var: Yıllardır aynı ortamda bulunup birbirlerinden etkilenmiş olan bu iki insan sevişmiş olabilirler. E o zaman da hepimize bok yemek düşer. Bu konuda hiç yorum bile yapmayacağım.

Bilindiği veya bilinmediği üzere, ben doğru-yanlış insanı değil, güzel-çirkin insanıyımdır. Tabii içinde bulunduğumuz ortamda uymakla yükümlü olduğumuz kurallar veya yasalar düşünüldüğünde "yanlış" olan Vakitgiller'in öncülüğünü yaptığı bu saçmalıktır. Bunun aynı zamanda "çirkin" olduğunu da söylememe gerek yok sanırım. Görüntüler gerçekten haberde belirtilen kişilere ve olaylara ait olabilir de olmayabilir de. Olsa veya olmasa ne fark eder? Bu devirde kimin namus bekçiliğini yapacağız ki zaten. Namus kavramı bile günümüzdeki belki de aslında en kolpa olması gereken kavramlardan biriyken, neyin savunuculuğunu yapıyoruz?

Vakit hakkındaki yorumlardan en çok dikkatimi çekenler şunlardı: "bunlar nasıl Müslümanlar?", "bunu yapmak Müslümanlığa sığar mı?", "aaa Vakit gibi bir gazetenin sitesinde kuku gördüm." Bırakalım yahu bu işleri. Mesele Vakit gazetesinin tutarlılığı falan değil. Mesele gazetecilik ahlakı, mesele özel hayata saygı. Mesele ucuz işler peşinde koşmak ya da koşmamak. O görüntülerde "olmak ya da olmamak" değil.

Cuma, Mart 05, 2010

Darker Than Black: Kuro no Keiyakusha ve Darker Than Black: Ryüsei no Gemini

Alternatif bir zamanda, Japonya ve Güney Amerika'da, bilinmeyen bir şekilde sırasıyla Cehennem Geçidi ve Cennet Geçidi adı verilen alanlar oluşuyor. Bu alanların etrafında yaşayanlardan bazıları
esrarengiz güçlere sahip olmaya başlıyorlar. Bunlar da – naif bir Türkçe çeviri ile – ‘kontratçılar’, ‘bebekler’ ve ‘moratoryumlar’. Bu alanların içlerinde ve yakınlarında ne olacağı pek kestirilemediği için ve belki de Güney Amerika'daki Cennet Geçidi bilinmeyen bir şekilde kaybolarak 1500 km. çapında bir alanı da kendiyle birlikte yok ettiği için, Japonya'daki alanın etrafına yüksek duvarlar örülüyor ve içeri kimsenin girmemesi için önlemler alınıyor. Bununla birlikte bir şekilde kontratçılarla karşılaşan insanların hafızaları silinerek “kontratçı diye bir şeyin var olması şüphesine” bile mahal verilmiyor. İlk serisiyle (Kuro no Keiyakusha) genel olarak Hei etrafında dönen 25, ikinci serisi (Ryüsei no Gemini) ile ise daha çok olayların tüm dünyayı nasıl etkileyeceğiyle ilgili olan 12 bölümden oluşuyor Darker Than Black.

İlk bölümden başlayarak, bu esrarengiz alanların nasıl oluştuklarıyla ilgili bilinmezlik gittikçe büyümüyor; aksine kendinizi olaylara kaptırıp “Nasıl oluştuysa oluştu, izliyoruz işte,” deyip keyfinize bakıyorsunuz. Başkahramanımız Hei, Tokyo'ya değişim öğrencisi olarak gelmiş bir Çinli olduğunu, adının da Li olduğunu söyleyerek etrafta dolaşsa da, ne onun elinde kitaplarla okula gittiğini görüyoruz, ne de Hei'nin bu numarasını yiyoruz. İkinci serisinin birinci serisiyle gerek zaman ve fiziksel kurgu açısından, gerek de tarz açısından çok benzeşmediğini de düşünürsek rahatça ikiye bölerek anlatabiliriz sanıyorum.

Kontratçılar'ın özelliği, duygularının yerini mantıklarının alması. O yüzden kendi yaşamlarını devam ettirebilmek için, çoğu zaman da buna bağlı olarak para için özel güçlerini kullanarak çeşitli örgütler adına gözlerini kırpmadan cinayet işleyebiliyorlar. Özel güçlerini kullanmalarının bedeli olarak da “kâğıt yemek”, “sigara içmek”, “saç koparmak” gibi çoğu zaman garip ve kişiye özel şeyler yapıyorlar. Örnek verirsek, herhangi bir kontratçının karşısındaki adamı düşünce gücüyle havaya kaldırmasının karşılığı olarak iki tane salyangoz yemesi onun “kontratında” var. Bu kontrat gerçekten kontrat mı, yoksa lafın gelişi mi onu da öğrenemiyoruz ama meselesi de o değil zaten. Nereden, nasıl geldikleri belli olmayan alanların oluştuğu zamanda gerçek yıldızlar da görünür olmaktan çıkmış. Bu animedeki insanlar yalnızca kontratçıları temsil eden yıldızları görebiliyorlar. Eğer bir kontratçı ölürse bir yıldız kayboluyor. Bir yıldızın titreşmesi veya normalden farklı bir tepki vermesi bir kontratçının güçlerini kullanıyor olması anlamına geliyor. Zaten kontratçılar da yıldızlarının katalog numaralarıyla anılıyorlar.

Moratoryumlar kontratçıların aksine güçlerinin kontrolünü elinde bulundurmayan varlıklar – ya da insanlar. Onların güçlerini kullanmaları karşılığında saçma veya mantıklı hiçbir bedel ödemeleri gerekmiyor. Çoğu kaynakta ‘bebek’ ve ‘kontratçı’ arası varlıklar olarak gösterilseler de, güç kontrolü dışında ikisinin arasında kalan özellikleri pek yok. En önemlisi, kontratçılar ve bebekler kadar duygusuz varlıklar değiller.

Bebekler kelimesi garip bir ifade gibi durabilir, buradaki bebek ifadesi oyuncak bebek anlamında aslında. Yani vücutları insan vücudu ama ruhları yok. Birer bilgisayar gibi programlanabiliyorlar. Çeşitli görevler verilerek, kimi zaman insan içine salınıp casus olarak kullanılarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Mantık android mantığı yani. Arada bazı bebeklerin çalışmalarında anormallikler görebiliyoruz. Yani programlarında olmayan şeyleri yapmaları, arada ufak da olsa duygu belirtileri göstermeleri bilim-kurgu dünyasının yıllardır rahat bırakmadığı “insan özellikleri kazanmaya başlayan şeyler” özlemine ve/veya korkusuna bir gönderme olabilir. Bebekler aynı zamanda kendilerine özgü maddeler üzerinden (kimisi elektrik telleri üzerinden, kimisi su üzerinden, vs.) sağa sola yolladıkları “gözlem hayaletleri”ne sahipler ve onları kullananlar tarafından bir nevi taşınabilir güvenlik kamerası görevi görüyorlar.

Arada bebekler gibi kontratçılar da çeşitli değişimler yaşayabiliyorlar. Güçlerini kaybedebiliyorlar. Hatta bazen sıradan insanların bir anda güç kazandığı da görülüyor. Bunların nedenleri de belli değil.

PANDORA adındaki kuruluş, ülkedeki polis gücünün bile üzerinde yetkiye sahip olan, araştırma kurumu-güvenlik şirketi karışımı bir organizasyon. Polis ve genel olarak devlet duvarla çevrili alanın dışındaki kontratçıları avlarken, Pandora kimsenin içeri girmemesini garanti etmeye çalışıp, bir yandan da olan biteni anlamaya çalışan görevlilerle dolu.

Burada araya girerek Darker Than Black'in ara ara Hollywood filmi havasına bürünmesinin rahatsızlık verme ihtimalinin altını çizmeliyim. Büyük bütçeleri ve sağlam oturttukları film klişeleriyle Amerikan sinemasının özellikle aksiyon dalında tüm dünyayı büyülemesi de çok normal aslında. Zira bu animede de sürekli “CIA'den gelmişler hocam, hesap soruyorlar,” veya “Sen de mi MI6'tensin, hiç sevmem,” gibi ifadeler bol bol havada uçuşuyor. Arada Amerika'nın günümüzde süper güç olmasıyla ilgili göndermeler ve tepkiler de olsa da, Uzakdoğu'nun tüm müthiş atılımlara rağmen hâlâ Batı karşısında bir eziklik hissediyor olduğu gözden kaçmıyor.

Misaki Kirihara, Dış İşleri Bakanlığı’nın kontratçılarla ilgilenen bölüm şeflerinden bir tanesi. Ama biz onu çoğu zaman bir yönetici veya diplomat olarak değil, bir polis olarak izliyoruz. Her olaya bizzat katılmaya çalışıyor ve günden güne daha da merak ettiği BK-201 kodlu kontratçının (asıl adının Hei olduğu sonradan öğrenilecek ama izleyiciler olarak en baştan biliyoruz) peşinde koşuyor. Bir yandan da tesadüfî bir şekilde karşılaştığını düşündüğü Li'ye karşı bir şeyler hissetmeye başlıyor. Her iki sezonda da gerçekleri öğrenmek adına inisiyatif alan, karmaşık meselelere dalmaktan korkmayan Misaki, genel olarak dünyada olan esrarengiz olaylar ve kontratçılar hakkındaki bilgi ve duygularını sürekli tazeleyecek ve olduğu yerde kafası karışabilecek kadar karmaşık ve hareketli bir karakter olsa da, bunu kaldırabilecek kadar güçlü bir kişiliği var. Güç sahibi kadın karakter imajının temsilcisi olmaktan da öte, en azından bu animenin evreninde duygusal manada oldukça gerçekçi bir karakter.

Hei sahip olduğu misyon ve kişilik olarak diğerlerinden ayrılan bir kontratçı. Bunun sebebini ilerleyen bölümlerde, özellikle son birkaç bölümde öğreniyoruz. Duygusuz olan diğer kontratçıların aksine, Hei duygusal bakımdan sıradan insan ve kontratçı arasında bir yerlerde kalıyor. İlk bölümden itibaren karşımıza çıkan görevi ise kendisine bildirilen kontratçıları öldürmek. Diğerleri arasında “Siyah Ölüm Tanrısı”, “Siyah Kontratçı” gibi isimlerle anılan Hei, masum insan Li rolü yapmadığı zamanlarda simsiyah giyinip bir de maske takarak diğer kontratçıların boynuna uzaktan tel dolamak, onları elektrikle öldürmek gibi şeyleri hobi edinmiş olmasa da, hayatını devam ettirebilmek için bunları yapmak zorunda. Bir yandan hakkında ilerideki bölümler sayesinde birazcık bilgi sahibi olmaya başlayacağımız bir organizasyondan emir alıp hayatını devam ettiren Hei, diğer yandan da yıllar önce kaybettiği kız kardeşini arıyor. Birçok görevini birlikte çalıştığı kontratçı bir kedi (evet, kedi), normal bir insan ve Yin adında gözleri görmeyen bir bebek ile gerçekleştiriyor. Daha sonra bu grubun profesyonel ilişkisi daha duygusal boyutlara taşınıyor. Özellikle Yin'in, Hei'nin hikâye boyunca sıradan insan – kontratçı arasında gidip gelmelerinde büyük etkisi olacak.

Yin başlangıçta pek de önemli olmayan bir bebek olarak sunuluyor sanki. Ama hikâyedeki diğer çoğu bebeğin aksine taşınabilir bir bilgisayardan çok, bir takım üyesi olarak görüldüğünü kısa zamanda fark ediyoruz. Ki Hei her ne kadar bebeklerin ruhsuz bedenler olduğunu herkesten iyi bilse de, onun Yin'e karşı bazı hisler beslediğini belli belirsiz de olsa görüyoruz. Biraz önce bahsettiğim “bebeklerde ortaya çıkan” anormalliklerin olaylarda en etkili örneklerini de Yin'de görebiliyoruz. Eğer bu anime tamamen bir bebeğin bakış açısıyla çekilseydi Yin başkarakter olabilirdi. Ama bu şekliyle onu daha çok ilk seride Hei'yi etkileyen, ikinci seride de dünyayı etkileyen yardımcı bir karakter olarak görüyoruz. Bu animenin ilk serisinin genel hikâyesi geçmişte ne olduğundan ziyade ileride ne olacağına, ya da geçmişin çözülmesi için şimdiki zamanda ve gelecekte ne yapıldığına/yapılacağına endeksli gibi gözükse de, makro düzeyde olaylar ilerledikçe Hei açısından daha çok geçmişe doğru bir yolculukla baş başa kalıyoruz. İlk bölümler ne olduğu belli olmayan, pek de bir şey açıklanmayan bölümler gibi gözükerek yeni başlayan birine biraz sıkıcı gelebilecek gibi olsa da, birkaç bölüm sonra iyi düşünülmüş bir aksiyonun ortasında kalıyoruz. 90'ların başlarından beri aralarında Ghost in the Shell, Cowboy Bebop gibi oldukça popüler ve başarılı olanların da bulunduğu birçok önemli yapıtın müzikleriyle
ilgilenen Yoko Kanno, Darker Than Black'in de soundtrackini bestelemiş. Tensai Okamura tarafından düzenlenen anime ilk olarak 2007 yılının ortalarında yayınlanmaya başlarken, birkaç ay sonra Monthly
Asuka'da yayınlanmaya başlayan manga da bu anime serisinden uyarlanmış. Daha da sonra, animenin karakterlerini oluşturan asıl insan olan Yuji Iwahara tarafından Darker Than Black adıyla piyasaya sürülen manga ise animelerdeki olaylardan bir yıl sonrasını konu alıyor.

Animenin 2009'un sonlarında başlayan ikinci serisi Misaki'nin bahsettiğim “karmaşık olaylara” iyice girmeye başladığı, artık dünya insanları için kontratçıların bir söylenti olmaktan çıktıkları bir zamanda, yani ilk serinin bitiş noktasından iki-üç yıl sonrasında gerçekleşiyor. Hikâyeye hafıza silme aletini icat eden Profesör Pavlichenko ve oğlu Shion da giriyor. Zaten olaylara profesörün kızı Suou'nun hafızasında kalmış olaylarla başlıyoruz. Bu olaylardan birinde profesör çocuklarıyla oturuyorken bir patlama oluyor ve Shion bir kontratçı oluyor. Zaman kaybetmeden Hei'nin olaya dâhil edilmesi belki de konunun akışı açısından izleyenlere “ben Darker Than Black izlemek istemiştim ama...” dedirtmemek için yapılmış. İlk bölümlerdeki olaylardan sonra yollarına birlikte devam eden Suou ve Hei'nin kontratçı ve normal insan arasında kalmış olmak gibi bir ortak noktaları da var. Zaten ilk seride ekip arkadaşlarıyla Hei'nin arasında gelişen arkadaşlığı bu ikili arasında da görüyoruz. Bu seride olaylar Shion-Suou ilişkisinin incelenmesi, Suou'nun hafızasının derinliklerindeki anlamlar ve gerçeklikler bazında incelenip olay daha sonra ilk serideki karakterlere de bağlanıyor.

İlk seri ile karşılaştırıldığında daha az aksiyon içeren, daha “karakter odaklı” ve acıklı olan bu ikinci bölüm olayların Hei'nin tekelinden çıkması ve aslında Hei'nin de eski karizmasını kaybettiğinin düşünülmesi gibi sebeplerle birçok izleyici tarafından ilk seri kadar beğenilmiyor. Yine de, daha kısa da olsa, ikinci serinin birinci seriden daha derin ve akıllıca düşünülmüş, daha sağlam ve tabiri caiz ise “gaz” müziklerle desteklenmiş olduğunu söyleyebilirim kendi adıma. Ki aslında zaten mükemmele yakın olan ilk seri müziklerinden bile daha iyi olan ikinci seri müzikleri herkesin aradığı o aşırı aksiyonlu ortamı bir nebze olsun geri getiriyor. Zaten ikinci serinin son bölümlerinde o aksiyonu olmasa da, hikâyenin o orijinal gerilimini tekrardan gözlerimizle de görüyoruz.

Darker Than Black'in belki de tek “kötü gibi gözüken yönü” ise bölümlerinin kendi aralarında çok kopuk durması. Bunun sebebi de, diyebiliriz ki, Darker Than Black'in uzun soluklu animelerde alıştığımız gibi bir yapısının olmaması. Yani her küçük parçada yeni bir gelişme sağlayıp, bir problemin çözümüne daha ulaşarak ilerleyemiyoruz olayların içinde. “Yeterli” sayıda bölüme sahip bir anime olarak, Darker Than Black bize bu çözümleri arada sırada vermeyi tercih etmiş. Bu yüzden tahminimce ilk seriyi de sevmeyenler büyük oranda, kendilerince haklı olarak, seriyi bitirmeye sabredemeyenler olmuşlardır. İkinci seride böyle bir kopukluk yok ama “sabırsız insanlar için maalesef” bu kopukluk sorunu, eğer buna bir sorun denilebilirse, her şeyin sona yığılmasıyla çözülüyor.

Özellikle aksiyon türünün müdavimleri tarafından başından kalkmadan izlenebilecek anime, en azından izleyenlerden aldığım yorumlardan yola çıkarsam, türe çok da bayılmayan kesim tarafından ara ara izlenebilecek oldukça lezzetli bir çerez görevi görüyor. Senaryosu her yaştan insanın ilgisini çekebilecek bir yapım ve birkaç kez söylediğim gibi, müzikleri mükemmel. Tek cümle ile tarif edersem: kendinizi SWAT oynarken, takım arkadaşlarınızın bir anda yok olduğu ve karakterinizin kontrolünü kaybettiğiniz bir alternatif gerçeklikte buluyorsunuz. Keyfini çıkarın.

Yusuf Salman - Gölge, 2010 Mart sayısı

Doğru - Gerçek - Zan - Hakikat ve Diğerleri

Doğru ve gerçek, karıştırılmaya müsait iki kavramdır. Gerçek, çok boyutlu ve objektif olmasına karşın doğru, sübjektif ve çoğu zaman tek boyutludur. Yani belli bir bakış açısına göre verilmiş bir hüküm, eski ifadesiyle “nisbî hakikat (kısmî gerçek)”tir. Bu nisbî hakikatlerin birleşmesinden ise, hakikatin ve gerçeğin her yönüyle ortaya çıktığını müşahede ederiz.

Geometri ilminden bir misal: Bir silindire karşıdan bakan biri, dikdörtgen olarak algılar. Ve dikdörtgen gördüğünü söylerse doğru söyler. (Bu kısmî bir gerçektir) Silindire yukarı cihetten bakan bir başkası o cismin bir daire olduğunu savunur. Bu da bir doğrudur. Ama gerçekte/hakikatte o cisim ne bir daire ne de bir dikdörtgenden ibarettir. Bunları birbirinden ayırmak, hakikatin ahengini bozacağından, iki farklı hükmü birleştirip bir silindir buluruz. Böylece hem hakikate/gerçeğe ulaşmış olacak, hem de doğrulardan taviz vermemiş olacağız.

Bu minvalde eskiler “Fikirlerin insaflı bir şekilde çarpıştırılmasından, hakikatin bütün boyutlarını gösteren ve karanlıkta kalan kısımlarını aydınlatan kıvılcımlar, şimşekler meydana gelir.” sözünü söylemişler. Günümüzde insaf düsturu rehber edinmeden yapılan münazaralar, birbirini anlamamalar, sadece kendi doğrularını görüp onu "gerçek" diye empoze etmeye çalışmaktan doğmaktadır. Bu misalde geometriden ilhamını alan çok boyutlu düşüncenin, hakikate ulaşma yolunda nasıl rehberlik ettiğini görüyoruz.

Peki İnsan Nasıl Yanılır?

Bir lâtif misal ile açıklamaya çalışalım:

Bir zaman kalp ehli iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi "uykum geldi" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp, süt kasesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: "Ey arkadaş! Acayip bir rüya gördüm." O da der: "Allah hayır etsin, nedir?" Der ki: "Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acayip bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altın dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?"

Uyanık arkadaşı dedi: "Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim." Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mesut edecek altınları buldular.

İşte yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rüyada iken geniş bakamadığı ve tabirde hakkı olmadığından, maddi alem ile manevi alemi birbirinden fark etmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, "Ben hakikî maddî bir deniz gördüm." der. Fakat uyanık adam, misal alemi ile maddi alemi fark ettiği için tabirde hakkı vardır ki, demiş: "Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hakeza..." Demek oluyor ki; maddi alem ile ruhani alemi birbirinden farketmek lazım gelir. Birbirine karıştırılsa, hükümleri yanlış görünür.

Mesela: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük ayna konulmuş. Sen odanın içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen "Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum", doğru dersin. Eğer "Odam bir meydan kadar geniştir" diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki misal alemini, hakiki aleme karıştırırsın.

Pazar, Şubat 28, 2010

Merhaba

Ben hoş geldim.. Sizi de hoş buldum.. Siz zaten hep hoştunuz gerçi. Zaten her doğan çocuğun süt gibi bembeyaz bir sayfa olması münasebetiyle, bir zamanlar herkes hoştu.. Ta ki dünya onu kandırıp pençelerini kullanmayı öğretene kadar..

Kediler ellerinizle oynarken pençelerini şakacıktan çıkarırlar.. Fakat yüzünüzle oynarken sadece patilerini kullanırlar, pençeler zararlı.. Ama insanlar.. ve dünya.. Birisi dünyayı karşısına alıp sıkı sıkı şu tembihi yapmış gibi : "Seni kovalayanlardan öyle bir kaç ki yakalayamasınlar, ve senden kaçanları öyle bir kovala ki nefesini daima enselerinde hissetsinler.." Ne kadar çok insan gördüm ki dünya ile nişanlanmış.. Lakin evlenene şahit olamadım henüz.. Kahpe dünya demek kesinlikle doğru değil yine de..

Benim felsefeme göre Dünya'nın üç yüzü var.. Bunlardan ikisi güzel (bunlar bende kalsın şimdilik).. Üçüncü yüz ise yukarıda bahsettiğim şekliyle..

Yusuf kardeşime buradan teşekkürlerimi sunmak istiyorum. İnşallah bundan böyle mahalleye bir İstankara çocuğu dahil oldu. Yazmak çok ama çok önemli bir iş, yazanlara karşı ayrı bir muhabbetim (sevgim) var. Yazılı beyan insana verilmiş bir nimet.. Beyan, kudret kaleminin ucundan yokluğa akan mürekkebin ilk damlası.. İnsan beyan ile hayallere elbise giydirir.. Beyan ile sevinçler hüzünler ancak ambalajlanır.. Beyan ki sırlı münasebetleri keşfeder, beyan ki savaş çıkarır, beyan ki barışı getirir..

Amacım, doğru olarak gördüğümü doğru yerde ve doğru zamanda söylemek, fakat hakikatın ortaya çıkması için de doğrularımdan vazgeçebilmek.. Biliniz ki kuvvet haktadır, bazılarının zannettiği gibi hak kuvvette değil..

Cuma, Ocak 29, 2010

Polis Devleti Mi Oluyoruz?

Son yıllarda ülkemizin gündeminde tek şey var: darbe. Peki neden “darbe” vurgusu yapılıyor? Durumu incelersek elimize birkaç ana veri geçiyor. Asker bu ülkede gereğinden fazla ön planda, gereğinden fazla güçlü. Ekonomik ve sosyal sıkıntılar gittikçe artıyor. Özellikle içinde bulunduğumuz “hükümetin ikinci dönemi”nde herkesi olmasa da çoğu kişiyi memnun edecek hiçbir gelişme sağlanamamış, halkın sorunları büyüdükçe büyümüş. Yazıma bir moda yaşlısı gibi devam etmek istemesem de, laiklik yalan olmuş. Laiklik yalan olmalı mı olmamalı mı tartışmaları özellikle son zamanlarda iyice artsa da çoğu kişi bu konuda görüş bildirirken “her şeyi” söylememeye çalışıyor bazı hassasiyetlerden dolayı. Ve bize ilkokulda öğretilenleri piç edecek bir iddia dolaşıyor ortada: asker irticayla mücadele etme planları yaparak suç işliyor.

İrtica ile mücadele etmek suç mudur?

Zannedersem mantık açısından böyle bir suç olmaması gerektiği için bu planın(sonradan sözde belgeler de yalan oldu ya...) “AKP ve Gülen Cemaatini bitirme” kısmına yoğunlaşıldı. Aynı Ergenekon meselesinde de olduğu gibi Türk halkına da tek bir şey demek kaldı: “biz bir bok anlamadım hocam...” Yasal yollardan bir partinin veya bir organizasyonun kuyusunu kazmayla pek kimsenin sorununun olmaması lazım aslında. Ama çeşitli “yeşil” yayın organlarının bas bas bağırdığı haber bültenlerinde “cemaat evlerine silah saklayıp baskın yapmak” gibi ilginç iddialar hâlâ dolaşıyor. İnsanlar birkaç yıl önce meşhur olan tabirle “mahalle baskısına” uğruyor deniyor, ama mahalle baskısının babasını, üstelik karar verme yetkinliği tam gelişmemiş bacak kadar çocuklara yapan, onların düşüncelerini kendi düşüncelerine göre şekillendiren bir örgüt bal gibi de mağdur duruma sokuluyor. Bu örgüt hâlâ çeşitli ortamlarda faaliyet gösterip çeşitli devlet ve özel sektör kademelerine çıkar amaçlı eleman enjekte ediyor. Kimse, hiçbir hükümet de “çocuklarımız, gençlerimiz psikolojik baskıyla, inanç özgürlüğü hiçe sayılarak, eğitim namına neredeyse hiçbir şey yapılmadan beyin yıkama yağlamasına uğruyor” diyemiyor, cesaret edemiyor. Kanal 7 gibi “sabıkalı” bir yayın organı artık normal bir haberde bile üst kademe subaylardan bahsederken “subay” değil, “cunta” diyor. Artık irtica ve şeriat özlemi çok normal karşılanır oldu doğrusu, ilginç...

Mağdur edebiyatı?

Gün geçmiyor ki, sayın başbakanımız, cumhurbaşkanımız, meclis başkanımız, başbakan yardımcımız, vs. suikast girişiminin ucundan dönmesin. Bir an için hükümet düşmanı, her şeyi göze almış, çılgın bir fanatik gibi düşünüyorum. Düşünürken başbakandan nefret ediyorum. E nefret ediyorum da, ben o adamı öldürüp niye kahraman yapayım? Hem bu ülkede başbakan öldürmek kolay mı, adamın arabası geçecek diye yolun karşısına geçmemize bile izin verilmiyor. Bazı Avrupa ülkelerindeki gibi başbakanı sokakta göremiyoruz. Ve Allah aşkına, bu nasıl bir güvenlik sistemidir ki, son birkaç ayda onlarca “mücadele”, “darbe” ve “suikast” girişimini daha harekete geçmeden durdursun! Bir bakıyorsunuz, adı geçen herkesin bahçesinde silah gömülü... Yani bunu ergenekon davasından da anladık, gömmeyin kardeşim şu silahları, buluyorlar işte, başka yere saklayın, değil mi? Suikast girişiminde bulunacak insan krokiyi yutmaya çalışıyor yakalanırken. Bu o kadar komik, o kadar komik, o kadar komik... pardon, takıldım, söyleyecek bir şey bulamıyorum. Eğer halka sunulanların onda biri bile yalansa, bu hükümetimizin muhteşem ve organize yalan söyleme uzmanı olduğunun kanıtıdır. Daha da ilginci, bunlardan onda biri bile doğruysa, hükümetin ve temsil ettiği siyasi görüşün “çok yaygın bir şekilde” kadrolaştığının ispatıdır. Yoksa böyle bir güvenlik ağı, böyle bir “sürekli baskı altındaki hükümet”, böyle bir “aksiyon dolu politik gündem” Amerikan filmlerinde bile yoktur azizim.

Yine paravan geyikleri mi?

Hükümetimizin önemli sorunlar arttığında ve yapacak bir şey olmadığında, veya yapacakları şey kabul edilebilir olmadığında sorunun önüne bir paravan mesele fırlatması iddialarını hepimiz biliriz. Geçtiğimiz yıllardaki türban meselesi böyle olaylara güzel bir örnektir mesela. Güzel bir şekilde yayın hayatına başlayan cesur ve kaliteli gazetemiz “Taraf” da gittikçe bir Vakit, bir Milli Gazete oluyor. Belki kıyafetleri farklı ama konuşma tarzları hemen hemen aynı. Taraf'ın dikkat ettiğim kadarıyla en büyük sorunu “hedef göstermeye” başlaması. Taraf'ın bundan vazgeçmesi lazım, en kısa zamanda hem de... Özellikle “Fatih Camii Bombalanacaktı” manşetine çok güldüm. Amerika'daki “11 Eylül'den sonra ailemin güvenliğinden endişelendiğimden dolayı kendime çip taktırmaya gönüllü oldum ayol” diyen kadın gibi sürekli bir korku içerisinde yaşayan, bazı kesimlerden nefret etmeye, bazılarından korkmaya, bazılarına çok güvenmeye koşullanmış bir robot halk mı yaratılıyor dersiniz? Yani darbe ortamı yaratma amaçlı cami bombalamak, yıllarını hesapla, stratejiyle uğraşarak yiyen üst düzey subayların bulduğu, kendilerine göre mantıklı bir plansa zaten bir tarafımla gülmekten çekinmem. Elime bir baston alır hepsini döver ülkeyi ele geçiririm eğer böyle insanlardan oluşan bir ordumuz varsa. Ama garip olan şu, İlker Başbuğ çıkıyor ve “Allah Allah diye hücum eden ordu nasıl cami bombalar lan?” diye masalara vuruyor. Bu aynen “bakın efendim, müvekkilim eli ayağı düzgün, kibar bir insan, nasıl tecavüz eder?” der gibi olmuş. Bir yandan manşetteki ifadenin komikliğine, eğer böyle bir plan ve bu planı yapanlar varsa da onların aptal oluşuna bakmayıp “benim ordum böyle şey yapmaz” diyerek hepimizi muhteşem konuşmasıyla ikna etmesiyle beni derinden dumur etmiş, diğer yandan da ordumuzda gerçekten biraz önce bahsettiğim tipte insanlar olabileceği fikrini aklıma sokmuştur sayın Başbuğ, tebrik ederim.

Polis devleti mi yaratılıyor?

Dün haberleri izlerken meclisteki asker sayısının azaltılıp yerine polis dikileceği kararını öğrendim. Mantık olarak iç güvenliğin polis tarafından sağlanması çok normal herhangi bir ülke için. Ama Türkiye tabii ki herhangi bir ülke değil. Birkaç şeyden bahsedelim o zaman, hadi bakalım. Youtube yasağı hala sürüyor, komik. Kitapların aile ile okunacak-okunmayacak olarak sınıflandırıldığı bir araştırma yapıldı geçen sene, bu iki. Alkol reklamları çok absürd şekilde düzenlenip bu reklamların sadece +18 filmlerin sonuna(jenerikten de sonra) konmasıyla ilgili kararlar alındı yine geçen sene. Çankırı'da ev ve alkol kullanımı için tasarlanmış yerler dışında alkol tüketimi yasaklandı. Sebep olarak “pikniklerde içen insanların kaza yapması” gösterildi ama zannedersem kimsenin aklına yolun başına birkaç polis koyup alkol muayenesi yaptırmak gelmedi. Ki mesele de vatandaşları pikniklerde “ziyaret edip” gerekirse zor kullanacağını belli etmekti sanırsam. Sonra şehir efsanesi olduğuna inanmış olduğum, inanmak istediğim şeyler ortaya çıkmaya başladı. Daha önce muhafazakar kesimin tekel bayisi civarlarına cami yaptırıp sonra bayinin kapatılması için toplumsal baskı uyguladığı iddiaları hep ortada dolaşırdı. Bir yanım “kesin yapıyordur bizim yobicanlar” dese de, diğer yanım buna inanmak istemiyordu. Ama bir gün gazetenin köşesinde kalmış bir haber gördüm. Kırk yıldır açık olan bir genel evin yanına cami yapılmıştı, ve halk günah olduğu gerekçesiyle bu genelevin şehir dışına taşınması için baskı yapıyor, gerektiğinde kapılarını camlarını taşlıyordu. Camiyi getirip de oraya koyan kişilerin başkanı ise “halk ayaklanıyor, böyle giderse durum daha kötüye gider” diyerek uyarı adı altında resmen tehdit savuruyordu. Bunlar çok korkunç memleket manzaralarından sadece birkaçı, daha kaç tane var kim bilir... Yasama, yürütme ve zaman zaman da yargı gücünün önemli bir bölümünü elinde tutan siyasi irade ve sokaklardaki, evlerdeki yandaşları yasaklamaya ve baskıları desteklemeye devam ediyorlar. Polisin yetkisi her geçen gün artıyor. Polise ağır silah alımı için çalışmalar başlatılıyor. Her geçen gün başka bir haber duyuyoruz polis tarafından öldürülen, hiç değilse işkenceye uğrayan, daha da hiç değilse dövülen veya yasadışı şekilde gözaltına alınan insanlarla ilgili. Polis gücünün başındaki insanlar siyasi otoritelere dönüşmeye başlıyor gittikçe. Ve adı konulmamış bir dokunulmazlığa sahip olmaya başlıyor polisler. Özellikle emekçi kesim üzerine bir “balyoz” olup iniyorlar sokaklarda, ülkede hakim siyasi iradenin ahlak zabıtası olup çıkıyorlar. Yasalarla “bizim iyiliğimiz için bizi kısıtlayanların” maşası oluyorlar. İster istemez insan kendine şunu soruyor: askerin normal demokrasilerle karşılaştırıldığında çok ön planda olmasını da bahane eden hükümet, yavaş yavaş ülkenin özellikle iç güvenliğini tamamen polise kaydırarak ve çıkarttığı yasalar ve yaptığı aciz edebiyatıyla askeri ayağının altına alarak, kısacası kendisine köstek olan askeri kendisine destek olan polise yedirip, kendi siyasi iradesinin kontrolünde bir polis devleti mi yaratmaya çalışıyor? Özellikle ülkede yaratılmaya çalışılan korku ortamını, son yıllarda çoğalan yasakları ve toplumsal ayrılıklardan doğan lokal baskıları düşününce, polisin gittikçe artan yetkisi ve dokunulmazlığı da düşünüldüğünde çok distopik de olsa böyle düşüncelere dalmam çok da anormal değil sanırım.

E, sonra?

Dediğim gibi, moda yaşlısı gibi siyaset yapmak istemiyorum. Her ülkenin hassas dengeleri vardır. Siyasetçi olarak o dengeleri manipüle edebiliyorsanız halkı köpeğiniz bile yaparsınız. Soğuktan donan insanlar varken “gücü olan doğalgaz kullanacak” diyebilecek kadar kendini aşan bir başbakanımız varken, ve halkımız da hâlâ “yaşasın AKP” diyebiliyorken moda yaşlısı gibi konuşmanın manası da yok pek. AKP ilk döneminde önceki hükümetten devşirdiği stratejiyle birkaç güzel şey yapıp halkın nefretinden büyük oranda kaçmayı başardı. İkinci döneminde artık “nasıl olsa üçüncü dönem olma ihtimali yok gibi, götürelim hacı” modundalar resmen. Artık bazı adımları daha cesur, daha da önemlisi “daha umursamaz.” Halkın önemli bir bölümü tarafından hâlâ destekleniyorlar zaten. Ama destek de umurlarında değil sanıyorum artık. Çünkü gittikçe daha agresif, daha açık sözlü olmaya başlıyorlar. Bu iki anlama gelebilir. AKP hesap kitap yapıp ya bir daha bu kadar güçlü gelemeyeceğini anladı, ne bulursam götüreyim diyor, ya da artık sağlamlaştırdım yerimi, halk benden vazgeçmez nasıl olsa, istediğimi yaparım ve bunlar da kafa sallarlar diyor. Demokrasi adı altında “kendine demokrat” bir çizgide ilerleyen ve ülkeyi gider ayak değiştirebildiği kadar değiştirmeye çalışan bir parti istiyorsanız bir daha düşünün derim.

Yusuf S.

Perşembe, Ocak 28, 2010

olmadı.

bir öykü yazmak istedim ama başaramadım gene.
aslında yeterince çabalamadım.
çabalasam yapar mıydım, işte orası bir muamma.
esas mevzu şu ki:
kendimi iyi hissetmiyorum.
kafam karışık, sanki milyonlarca nöron birbiriyle bağlantı kurmaya çalışıyor da, bilincim seçemiyor hangi bağlantıya odaklanacağını.
uzun lafın kısası, salınıp duruyorum bir oraya bir buraya,
salıncakta misali...
kayda değer birşeyler arıyorum zihin boşluğumda.
sistematize etmek istiyorum var olanları, ve boşa çabalıyorum.
belki karakterler arıyorum yaratacak,
belki de var olan karakterlere hayatlar çizmeye çalışıyorum.
çizemiyorum, göremiyorum ötesini...
işte bu yüzden, istesem de yazamıyorum öyküleri ben.
istesem de toparlayamıyorum arapsaçı nöronlarımın arasındaki ensest ilişkileri.
amaçsız kaldığınız oldu mu hiç?
büyük umutlarla başladığınız birşeyler kayıp gitti mi hiç ellerinizden?
hiç kendinizi yetersiz, veya başarısız hissettiniz mi?
ben hissettim.
öyleyse varım.
varoluşçu bakacak olursak bu uyanışa, çok da kötü gözükmeyecektir göze.
ne de olsa yaşanan her acı insana kendi varlığını kanıtlamaktadır.
hayır, anlamadığım şey şu ki:
lanet olası acı neden bana beni kanıtlamak için kanırta kanırta batırır bıçağını bedenime.
benim pek de zarar görmeyen bedenim neden şimdi bıçak darbeleriyle başa çıkmak zorundadır ki?
hayır, dersen ki varoluşçu değil, determinist bakalım mevzuya...
o zaman da böyle olması gerekiyormuş meğer diyiveriyoruz en inanmaz halimizle.
e peki ne yapmak lazım sorarım size?
daha açıklayacı olacaksa anlatayım,
self imle ideal self im kavga ediyorlar mütemadiyen.
neo-analytic amcalarımın söyledikleri gibi,
olduğum şey ve olmak istediğim şey arasında uçurum var.
e sonuç olarak da gerginlik oluyor ister istemez.
başka konuya atlayacak olursam eğer söylemeliyim ki,
neo-analytic amcalarımı hiçbir zaman sevmedim ben.
bu durumu onlara dayanarak açıklamak da ayrıca zedeliyor benliğimi.
sonuç ne mi?
sonuç yok...
hem şekerim, ne zaman sonuç vardı ki?
sürüp gidiyor işte birşeyler.
baksanıza tarihi bile neden-sonuçlarla açıklamaya çalışınca sıkıntı çıkıyor.
esas olan süreklilik.
insan sürekli yaşıyor...