Pazar, Mayıs 24, 2009

Elma Ağacı

Biraz önce düşündüm de, insan çok sevdiği birinin gözlerinin içine bir süre bakınca içindeki tüm negatif enerji, mutsuzluk, kötülük vs. uçup gider bence. Yani neden gitmesin ki? Çok klişe bir giriş yaptım sanki. Ya da sana zaten bildiğin bir şeyi kendim icat etmiş gibi sundum. Ama ne bileyim, gecenin bilmemkaçında aklına kulak memesi diye yazı başlığı gelen bir insan yavrusu olarak arada böyle çıkışlar yapmam mazur görülebilir sanki. Yani görülmeli.

Sevmek derken de tamamen saf bir sevgiden bahsediyorum. Saf derken de gerçekten saf bir şeyden bahsediyorum. Yani iyi veya kötü ekstra beklenti olmadan. Sana hiç oldu mu bilmiyorum da, hani bazen insan sadece yanında olsun ister sevdiği birisi. Ama sadece yanında olsun. Ona iyi davransın, kötü davransın tabii ki önemli ama "birincil amaç" değil. Yani O'nun elini tutmak değil, elini tutacak kadar yakınında olmak. Birbirinin derdine çare olmak değil de, sadece paylaşmak ve çare olmak istemek. Ya da çare olabilecek olmak. Aklında hoplayıp zıplayan tüm duyguları, düşünceleri, sözleri içine atmak; ama bir yandan da söyleyebilecek olmak. Uyku tutmayan bir gün yataktan tavanı izlerken aklına gelmesi ama hayal kurmak değil. Sadece O'nun varlığına sevinmek. O'nun dünyanın en iyi, en güzel, en mantıklı insanı olması değil, O'nun sadece "O" olması. Konuşmak da değil, yanında oturmak sadece. Ve görmesen de, saatlerce bakabilmek O'na.

Ruhlara, doğa üstü güçlere ve bilumum garip şeye inanan biriyimdir. Hatta zaman zaman bu doğa üstü güçleri doğa seviyesine çekerim. Kendimce manevi olaylarla fiziksel bağlantılar kurarım. Teoriler ortaya atarım onlarca. Sonra önemli bir kısmını unuturum bu teorilerin. Yine benim de bazen doğa üstü diye adlandırdığım şeyler, teorilerimde doğanın bizim algılayamadığımız katmanlarında cereyan eden şeyler haline geliyor. Sırf görsel açıdan bile algılayamadığımız alan algıladığımız alanla karşılaştırınca dağlar kadar kalırken, olayı tüm algılarımıza yaydığımızda, bir de bizim varlığından bile haberdar olmadığımız algı türleri olduğunu haklı olarak varsaydığımızda, kesinlikle haklıyım diyemesek de, büyük ihtimalle haklıyım diyebiliriz sanki, değil mi sevgili okur? Mesela sen tavanda yürüyen periyi göremiyorsun diye, onun var olmadığını nasıl iddia edebilirsin değil mi? Edemezsin bence.

İşte insanlar arasında etkileşimi sağlayan, bilinen birçok etmenin yanında, anlamlandıramadığımız ama enerji olarak adlandırdığımız yine birçok etmen var; olmalı. Yolun karşısından gelen yaklaşık yirmi metre uzaklıktaki kadınla/erkekle bazen anlamsız bir şekilde göz göze gelmemizi sağlayan feromonları bir yana koyarsak, yakınımızdaki hoş yaşam formunun yaydığı o enerjiden hoşlandığımız, lakin çoğu zaman adlandıramadığımız da bir gerçek. İster enerji diyelim, ister elektrik diyelim; bir insan evladını bize çeken veya iten "bilinmeyen bir güç" var. Bazılarımız bu bilinmeyen gücü ilerleyen seviyelerde aşk olarak adlandırıyor, veya aşkı bir "ilerleyen seviyede bilinmeyen güç" olarak adlandırıyor, orasını bilemem. Nasıl bileyim, bilinmeyen güç bu zaten. Sen de bilmiyorsun, şimdi muzip gülümsemenle afra tafra yapma bana.

Tabii bu bilinmeyen gücün illa ki seksüel manada bir açılımı olması gerekmez. Sevdiğimiz veya sevmediğimi arkadaşlarımızla aramızdaki bağ da çoğu zaman bilinmeyen güçlerle alakalıdır. Bir insan varlığıyla birçok ortak noktan olabilir, belki sevdiğin bir yaşam tarzına sahiptir. Fikirlerin neredeyse aynı olabilir, ama anlaşamayabilirsin de. İşte dersin ya o zaman: "bir sorun var ama, ne acebaa?" Bilmiyorum sevgili okur, sen de bilmiyorsun kandırma kendini zaman zaman. Yine de kendine çeki düzen ver. Adam ol biraz. Mesele insana, iyiliğe ve güzelliğe değer vermek olmalı bence. Beklenti oldu mu sıçıyoruz çünkü. Sen de insanı sadece değer verilecek, sevilecek bir şey olarak gör. Sonra gözlerini yavaşça yukarıya dik, kafanın üzerinde bilinmeyen güç haleleri oluştuğunu göreceksin.

Cumartesi, Mayıs 23, 2009

Was Dr. Frankenstein a Sinister, or Just a Broken-Hearted Child?

The book “Frankenstein” by Mary Shelley is a significant example of gothic literature. It was written in the 19th century, just a few decades after the Industrial Revolution and it was written by a nineteen-year-old woman which makes it quite marginal at the time of male dominance in Europe as well as in most of the world. The political critiques of this book are widely spread as ways of approaching the subject. Some critics take the book as an example of feminist approach to the time the author lived in; some critics are thinking about the book as a symbol of Marxist outbreak –at least on the level of ideas- against worsening living conditions of working class after the Industrial Revolution.

One cannot, of course, actually know what the author might have thought while writing this book, or what she wanted to impose on the audience, even whom she wanted to be the audience. The mostly known thing about the author is that she was a real intellectual compared to women at her age in the time she lived. She knew much about the recent history –of that time- and politics. That she knew much about politics and history and that she was a part of a quite marginal group of women in that time do not mean she wrote all the so-called symbols in the book Frankenstein on purpose. Because of the cultural properties of 19th century Europe and because of the place of women among men in that time, it would be almost impossible to have an interview with Mary Shelley. This situation also makes it impossible to know whether she meant to approach the matters of the 18th and 19th century with a feminist or Marxist perspective. The seemingly most logical way of “guessing” the purpose of the author while writing the book Frankenstein is trying to analyze the book psychologically. We need to examine especially Victor Frankenstein to get more realistic ideas about the author’s thoughts.

While just skimming through the book, one would first realize the impacts of the monster Victor Frankenstein created on Victor’s and his family’s lives. But if examined deeper, it could be more obvious that those impacts were the effects of another impacts especially from Frankenstein’s childhood. The story in the novel ends with great problems and more complex consequences. But when we take a look at the book beginning from the end and going backwards, we can see that those great problems has much smaller but more important causes. The novel is a great organization of psychological and sociological disasters continuing one after another all the time. Maybe that is why Paul Sherwin says in his critique about the book Frankenstein: “Mary Shelley might well have titled her novel One Catastrophe after Another” (883).

The novel contains some figures related to famous concept of Oedipus Complex by Sigmund Freud. Oedipus Complex is described as a child's sexual desire for their parent of the opposite sex, especially that of a boy for his mother in psychology.[1] In the article “Sibling Rivalry, the Oedipus Complex, and Myth”, it is suggested that Oedipus Complex is not only about the child’s sexual desire for his mother or his feelings of rivalry against his father, also about his father feeling the fear of replacement by his son (F. Herskovits; M. Herskovits 1). It is argued that boys -before a certain period- have feelings of sexual interest in their mothers and this makes them think that their father is an enemy wanting to take their mother away from them. The idea of Oedipus Complex was constructed many years after the book Frankenstein had been written. It shows the applicability of the concept on lives of the people in different periods of time. Frankenstein’s behaviors and decisions may as well be examined according to the concept of Oedipus Complex.

Frankenstein’s life has many figures indicating changes in his psychological state throughout different time periods. The most significant changes in his life seem to be originated from the process of creating the monster and the most obvious fact in the novel is the conflict of opposite emotions the “Creature” felt against Victor Frankenstein and vice versa. Victor wants to create life, and succeeds. He creates a living thing. While he is watching it in the process of constructing its body, he is all excited and seemingly proud of himself. But when he sees it, all of the excitement and happiness in his heart suddenly disappears. He starts to feel horror because of the ugliness he created. He created life, it is a great thing but he is also scared and in regret. He does not know what to do, and he escapes from the room the Creature was animated. The Creature is also confused. On the inside it is thankful to Frankenstein as he gave it life; but it is also angry against him because he does not want it. “While the unconsummated spirit raised by Frankenstein cannot be put to rest, one might suppose that das Unheimliche[2] can be contained within the spacious edifice of Freudian psychoanalysis” (Sherwin 884).

One of the most important things shaping Victor’s life is his mother’s death. As Sherwin dictates: “A reading of the oedipal drama the novel re-enacts can begin with a notice of the first overt catastrophe recorded in Frankenstein’s narrative: his witnessing, at fifteen, the terrible power of a lightening bolt during a thunderstorm . When the adult Frankenstein describes the event, which occurred at a time when his enthusiasm for alchemy had redoubled the urgency of his endeavors to penetrate nature’s secrets, his excited betrays the insistent presence of a forgotten childhood scene” (884). It is the beauty and the strength of the bolts of lightening what made Victor think about trying to learn nature’s secrets and control them. He was a young boy at his fifteen when he experienced this scene, but after his mother died he experienced the effects of his subconscious about his early childhood feelings. Maybe he was not aware of that, but he actually wanted to believe in controlling the power of the nature to bring his mother back to life. He first wanted to make sure inanimate things could be given life. “Waldman’s vision of the master who can refind the lost object and command limitless power has the characteristically unsettling impact of a pubescent irruption of libido, and the idea of the mother, set free by death for fantasy elaboration, becomes the focus of the regressive descent into phantasmagoria that constitutes Frankenstein’s reanimation project. … Having fully remembered the form of his desire, the mother restored by a far more radical rescue than the one by which the father claimed her, he is ready to draw rebellious Promethean fire down from the heavens and realize his grandiose conception, the creation proper” (Sherwin 885). He is kind of punished by seeing the ugliness of the creature and suffering the disastrous things it is doing; for not only playing with the secrets of nature, also having sexual feelings –subconsciously- about his mother. The details that remind us about the Oedipus Complex are not only in Victor’s mind or subconscious, they are also between the creature and Victor.

In his psychological critique about the book Frankenstein, Paul Sherwin claims that the animation of the creature symbolizes a sexual process –especially of men-. He argues that the monster is a beauty while it is sleeping, but the awakening of the monster erases all the beauty of the process of animation (885). Here, the process of animation and monster’s sleeping beauty symbolizes the act of sex, and the moment of animation symbolizes orgasm. In a very simplified perspective, Victor can be thought as a man who turns his back and sleeps after sex; and the creature can be thought as a desperate, unhappy wife who will consequently become an unfaithful woman seeking for attention. Victor’s feelings about the creature can also be connected to sexual thoughts in Victor’s subconscious. The creature’s extraordinary size represents the extraordinary degree of masculinity. And Frankenstein (the figure of a father) is upset about the Creature (the figure of a son) taking his place. This great symbolic masculinity of the creature may also be interpreted as a great power against Victor. So, the Creature could be examined as fantasy father (Sherwin 885). The relationship between Victor and the monster cannot completely be seen as a father-son rivalry. The monster wants to be seen like other people, wants to be recognized. It wants to live like a normal person, and it takes Victor as the closest example for himself. He wants to own things like Victor has; he wants to do things like Victor does. Rather than a father-son rivalry, it is more like a rivalry between the ones who are on the same level, like siblings. According to the article Sibling Rivalry, the Oedipus Complex, and Myth: “The father’s jealousy of the son can be conceptualized as that aspect of the sibling rivalry complex which, through projection, reactivates the infantile competition for the mother other in terms of competition for the affection of the wife, who is the mother of his son” (F. Herskovits; M. Herskovits 15). Especially after Victor promises to build a female creature to accompany the first he has created, the Creature calms down a little bit as it thinks it is approaching the life standards of normal people, especially Victor. But Victor goes back on his word and tears the female Creature. The moment that the creature gets closest to the life of normal people is destroyed. With this disappointment it wants Victor to suffer like him. “After Frankenstein breaks his word, mangling the half-finished monsteress in full view of the Creature, the Creature keeps his. The killing of Elizabeth is at once a way of establishing a relationship with the only human being to whom he can claim kinship and a desperately antierotic act designed to teach his creator what he suffers” (Sherwin 889).

The way Mary Shelley tells that Frankenstein’s childhood memories and the experiences which trigger his subconscious construct much stronger consequences and her consistent style show that Mary Shelley was really good at reading and communicating human emotions as if they were real. The psychological figures that we know with contemporary science can be experienced in all lines in the book Frankenstein. It cannot really be known whether she wrote this book to object a political idea or not. But it is obvious that she was very good at constructing realistic human lives in fiction.


Yusuf Salman

March 2008


Bibliography

Herskovits, Frances – Melville. “Sibling Rivalry, the Oedipus Complex, and Myth.” The Journal of American Folklore. Vol. 71, No. 279 (Jan. - Mar. 1958).

Sherwin, Paul. “Frankenstein: Creation as Catastrophe.” PMLA. Vol. 96, No. 5 (Oct. 1981).



[2] The Freudian concept of an instance where something can be familiar, yet foreign at the same time.

Source: http://dictionary.reference.com

la musica de istanbul

sizi bilmem, ama ben severim sessiz ve sakin bir anda duymayı ezan sesini.

akşamüstüdür, günün en dingin zamanı... eve dönüş telaşı ve kalabalık dinmiştir halihazırda. ya da başka diyarlara zaten doğmuş olan gün doğuyordur bu sefer de İstanbul'a. ışık sessizce süzülürken karanlığın içine, bir kuş sesleri vardır kulaklara şenlik, bir de ezan sesi. o bitmek bilmez, kendini tekrarlayan melodi. ve dinginlik. kulaklara şenlik.
yok hayır, bu dini bir sevda değil sevgili okur. bu bir güzellik sevdası ta içimde duyduğum ve her fırsatta keyfine doyduğum. beklenmedik bir anda denizde dansını gördüğünüz güneş ışınlarındaki güzellik bu. keyifli bir anınızda o tanıdık şarkıyı uzaklarda biryerlerde çalarken duymak gibi bunun verdiği his. bazen gülümseten, bazen hüzünlü...
bir de istanbul'a çok yakışan bir ses bu ezan sesi. kulakları tırmalayacak derecede yüksek ve baskın. ağır, demirden bir top gibi. ve kesinlikle akıcı, su gibi, deniz gibi. istanbul'un boğazı gibi.
hele de hafif bir ruzgar varsa yüzünde kıpraşan, deniz kokusu varsa havada, bir sahil kenarında mesela, bir de renklerin en güzeli, parlament mavisiyse hava... daha da bir güzel gelir ezan sesi.
için ürperir.
kim bilir, belki etkisindendir bu güzelliğin, belki de sadece üşüdüğünden.

Çarşamba, Mayıs 20, 2009

Renk Kırıntıları

Kahve çekirdekleri arasında kaybolmuş gibiyim. Tamam, koku çok güzel ama nefes alamıyorum bir yerden sonra. O minik lezzet canavarlarının binlercesinin, milyonlarcasının altında eziliyorum, iki büklüm oluyorum. Tabii ki zaman geçince kaslarım gelişecek uğraşmaktan, artık daha kolay dayanacağım var olmamanın dayanılası ağırlığına. Yine de çıkamayacağım o kahve çekirdeklerinin altından.

İşte hayat, güzel kokuların içine yedirilmiş dayanılmaz ağırlıklardır bence. Bazılarının altından çıkamayız. Sadece altında yaşamayı öğrenmek azıcık fayda eder. Bencil canlılar olarak ise aşağı yukarı her şeyin altından kalkmaya çalışırız. Bu açıdan asıl mesele altından kalkılacak yükle, altında yaşamaya alışılacak yükü ayırabilmektir. Bu da aynı dinlenmeyecek bir şarkıyı silip atmakla onu dinlemeye alışmak arasındaki farka benzer. Bazen silemezsiniz, belki çok sevdiğiniz birisi yollamıştır, belki silmeye dermanınız kalmamıştır artık. Ama o şarkıyı dinlemeye alıştıkça, o sizi değiştirir. Herkesin altında yaşamaya alıştığı en az bir kahve çekirdeği, dinlemeye alıştığı en az bir şarkı olduğunu düşünürsek; insanları karşılaştıkları zorluklara karşı oluşturdukları tepkilere göre değerlendirmek de saçma olacaktır sanıyorum. Aslolan insanın içinde o değişmeyen birkaç nota, gelişmeyen birkaç kas mıdır ki? Bunu da bilemeyiz... Hem neden insanları değerlendirelim ki gibi fevri bir çıkış da yaparım! Ama sonra kıvırırım, ne ki bu? Tüm hayatını insanları değerlendirmek üstüne kurmuş şahıslar varken, hepimiz bunu az buz yapıyorken...

Yargılamak değerlendirmekle bağlantılı olsa da, çok farklı bir şey. O yüzden hiç girmeyim. Kendimce ahkam da kesmem gerekirse diyebilirim ki, insanların gözlerinin içindeki ışığa, yaydıkları enerjiye bakmaya çalışın. Alışmayı öğrenmektense, o enerjiyi hissedebilmeyi öğrenmek çok daha güzeldir bence. Ben çoğu zaman hissedebildiğimi düşünüyorum; belki hissedemiyorumdur, hissettiğimi zannediyorumdur, bilemem. Ama şimdiye kadar -öğrendiğimi düşündüğümden itibaren- yanıldığımı hatırlamıyorum, eminim ki şimdi de yanılmadım, umarım ki sonra da yanılmam.

Pazartesi, Mayıs 18, 2009

Kulak Memesi

Öncelikle bir açıklama yapayım. Önce başlık geliyor aklıma hep, sonrasında ise başlıkla alakalı ya da az alakalı olarak aklımdakileri döküyorum. Bu sefer de aklıma durduk yerde kulak memesi geldi. E be Yus, durduk yerde aklına kulak memesi gelen bir insan mısın diyen olursa bilin ki o çok kötüdür, şeytandır. Bugün çok absürd bir dörtlü-ortaya çıkmazlarsa isimlerini açıklarım- olarak yaptığımız muhabbetimizde sürrealizmden nargile dumanının havadaki hareketine, gruptaki şair şahsiyetin hamburger üzerinden modernizm eleştirisi yapmasından gruptaki nihilist olmayan kişinin Dali bakışı ile fotoğraf çektirmesine kadar, deli kişinin her söylediği cümlede ayrı bir kafa karışıklığına uğramamızdan müzik uzmanı kişinin gidecem diye tutturmasına rağmen onu zorla orada tutmamıza kadar, -cümle çok uzun oldu ama- felsefeden erkek muhabbetine kadar normal olmayan bir insanın aklına gelebilecek her şey vardı. Gecenin bu saatinde benim aklıma kulak memesi gelmiş çok mu? Bu da mı gol değil hakim bey? Bu da mı gol değil demişken; evet bunu da tartıştık. Dünyanın geleceği açısından, bir araya gelmesi son derece tehlikeli olan bu dörtlüden çok bahsettim, kesiyorum.

Geçen gün yine depresyona girmişken kafamı boşaltayım dedim, o da ne! Yazıyorum ama duramıyorum! Sabaha karşı ışıkları kapatıp devam ettim aydınlanan havadan dolayı. Bir anda aklıma son cümle geldi, onu da yazdım ve defteri yere fırlatıp olduğum yerde uyuyakaldım. Tükenen şeyleri sevmeyen bir insan hayvanı olarak uzun zamandan sonra elime kağıt kalem almak oldukça rahatlatıcıydı. Yıllardır klavye ergonomisi sağlamak üzere evrimleşmiş ellerim ağrıdı biraz ama değdi. Bu sondan bir önceki depresyonumdu, iki gün önce de son depresyonuma girip çıkarak dönemi tamamladım şükür ki! Artık daha bir yolda gördüğü ters dönmüş böcekleri çeviren, daha bir kuşa buluta bakan adamlardan oldum sanıyorum. Evet duygusalım(ulan), zorunuza mı gitti? Beni çekemeyenler uydu anteni alsın geyiği etrafından dönen konuşmaları da, yazıları da sevmem; o yüzden merak etmeyin, böyle devam etmeyecek. Ne böyle devam ediyor ki, değil mi sevgili okur? Ben kafamı belli başlı şarkılara takmışken hazır, onlar üzerinde oynamayı da huy edinmez miyim kendime? Edinmem. Niye edineyim? Ama arada sırada yaparım. Genelde çok alakasız, duygusal veya garip şarkı söylerinin sonuna -çok afedersiniz- a.. koyim, a...na sıçayım(sansür yanlış oldu sanki) veya sikt.r git o zaman gibi ifadeler koymayı seviyorum. Yanlış anlamayın, erkek muhabbetinin iğrençliğe sürüklendiği aşırı sap ortamlarda bile küfrettiğim nadir görülmüştür; ama şarkılarda çok güzel duruyor. Siz de yapıyorsunuz, yapmıyor musunuz ki? Yapmıyorsanız bu yazının burasına kadar gelmiş olmanız kişiliğiniz açısından büyük bir zaman kaybıdır bence. Zira, saçmalamaktayım satırladır. Kulak memesi yumuşaklığında bir hayatın ortasındayım diyerek başlığın yazı içinde geçtiği bir klişe örneği de veririm. Ya da vermem, ama yine de silmem cümlemi. Cümleler silinmek için çok değerlidirler bence. Elime bulaşmış balı silmeye kıyarım ama cümle silmeye kıyamam.

Şu an susuzluktan ölmekteyim. Hafiften soğuyan hava moralimi tavan yaptırsa da; koltuğumu biraz geriye çekip, yavaşça ayağa kalkarak(filhakika oda arkadaşım uyumakta), kapıya doğru yürüyerek, ihtiyacım olan su miktarını damacanamdan çekip, aynı şeyleri tekrar tersten yaparak yerime oturmak, ve daha da kötüsü hiç yeri olmamasına rağmen "filhakika" sözcüğünü kullanma isteği bastırmasının nedenini düşünmek çok uzun ve yorucu bir prosedür. Şu an tek duymak istediğim ses Nicole Kidman'ın sesi zaten, sürtünen koltuk sesi değil. Ne kadar güzel sesi var hatunun değil mi sevgili okur? Oyy yirim onu ben. Nitekim sarışınlardan hoşlanan bir bünye de değilim. Ama bunun konumuzla alakası yok. Sahi, konumuz neydi ki zaten? Kulak memesi üzerine post-travmatik deneyimlerimi anlattığım bebek kafası tarzı bir yazı mıydı ki bu? Bu bir yazı mıydı ki? Andre Breton yazı yazıyor(duy)sa ben ne yazıyorum? Ben yazı yazıyorsam o ne yazıyor(du)? Bu aralar çok kompleks yaptım. Yazdıklarımı beğenmiyorum. Kompleksli bir bünyenin yapacağı ilk iş ise diğerlerinin de kendisini beğenmediğini düşünmektir bence. Yani ben kompleksliyken içten içe onu düşünüyorumdur. Yani kompleks bu, bilinçaltı ile alakalı. Bunu burada iyice açıklarsam bilinçaltı kalmaz, bilinçli olurum. Bilinçliysem niye kompleks yapayım? Daha da önemlisi, bilinçliysem neden kompleks yapmama rağmen gittikçe daha çok yazayım?

Edebiyatın içine ettikten, tarzımı parça pinçik ettikten sonra; bir de gereğinden fazla uzatmışken, birine de seslenmek istiyorum buradan.(tabii istemekle yapmak ayrı şey sevgili okur, neyse geçelim). Birine seslenmek de garip bir şey aslında yazılarda, en azından direkt olarak yapıldığında. Özellikle başkaları tarafından yazının okunurluğunu öpüp atıyor genellikle. Çok güzel seslenenler de var, ama ben onlardan değilim sanıyorum. Benimkisi bozuk, çatlak bir ses oluyor genelde. Bazen sesim de çıkmıyor. Derdimi bile anlatamıyorum, yazıyı piç ettiğimle kalıyorum(hâlâ etmediysem). Boğazım kurumuşken ağzım kapandığından olsa gerek, daha da yazıyorum. Ben yazıyorum, yazı piç oluyor. Yazı piç oldukça toparlamak için(neden?) daha da yazıyorum. Toparlamaya çalıştıkça... Böyle bir kısır döngü içinde bir kulak memesi gibi kalakalıyorum(ahaha yine yaptım). Son 7-8 yılı çok yoğun olmakla beraber kendimi bildim bileli yazıyorum. Ne zaman kendi kendimi yargılasam, düşüşe geçiyorum sanki. Kendimi ifade edemiyorum ki, başka şeyleri ifade edeyim.

Her kötü yazımda bahsettiğim Natalie'den burada söz etmek istemiyorum. Ama etmeden de duramıyorum, o kadar güzel ki! Kaldırımda otursun, bana "hello stranger" desin istiyorum bazen. Neyse, bulutlar kızarıyor, yeni delinmiş bir kulak memesi gibi(yihehee). Yağmur yağıyor mu bilemiyorum. Kulağımda kulaklık var, kulak mememin az yukarısına taktığım(öeh yeter artık demeyin, kusana kadar yapacağım). Büyüktüm, kocamandım, top da oynamadım ama acıktım ben. Su içmeye kalk(a)mazken, yemek yemeye kalkmak çok ütopik geliyor bana; aç uyurum galiba bu gün, öğle vakti yirim. Çok açım be Atam!(aha, deforme edilmiş bir film repliği de koydum) Arada sırada parantez coşturmayı da severim. Parantezler hepimizin bildiği gibi felsefi, psikolojik vs. olarak derin anlamlar taşır. O anlamları verebiliyor muyum bilemem de, kullanmayı seviyorum arada. Biraz daha bohem olsam kullanmayabilirdim belki... Bohem olsam mı? Bohem olunmaz, doğulur mu yoksa?

İşte kayboluyor her şey, anlatamıyorum. Bilemiyorum! Belki bugün kafam karışık değildi, ondan...

Perşembe, Mayıs 14, 2009

Çankırı'da İçki Yasağı

Olayın tartışmalı hiçbir boyutuna girmek istemiyorum. Hakeza sizin de bildiğiniz gibi ülke çapında bir yasak da var aslında. O yüzden aman Allah'ım nasıl yasaklarlar şeklinde bıdıbıdı etmeyeceğim. Sadece aşağıda verdiğim kararla ilgili linke göz atarsanız, 2. Madde'ye bakarsanız ne demeye/dememeye çalıştığımı anlayacaksınız zaten.

Sarhoş olup etrafa bulaşan tipler ile, ülkü ocağından çıkıp etrafa bulaşan tipler arasında, veya kendi dar beyni ve elindeki kendisine çok bol gelen yetki kapsamında etrada bulaşan tipler/yetkililer arasında hiçbir fark görmüyorum.

Adı üstünde "siyaset", yani bir ölçüde siyasî konuşmayı, politik açıklamalar yapmayı gerektiriyor. Ama bu ölçü de nereye kadar be kardeşim?

Allah aşkına biriniz çıkın, adam olun, erkek olun da "evet lan, günah olduğu için yasakladım! umurumda değil, senin inancına/inançsızlığına da saygım yok; güç bende artık! şimdi siktirin gidin kapımdan, arkamda demokrasi var lan!" deyin. "Haram olduğu için yasakladım; çünkü yıllardır bu ülkede götüm götüm yaklaşmaya çalışıyoruz şeriata, ben de onun temsilcisiyim" deyin bir kere.

Aşağıdaki linkde gelince; linkteki açıklamanın ikinci maddesinde "herkes tarafından görülecek yerlerde" diye bir ibare var. Yani amacın belirtildiği gibi kazaları önlemek veya toplumsal huzur ortamını korumak(alkol almayınca çok huzurluyuz ya toplum olarak) olmadığı açıkça ortada. Abartılı alkol kullanan gençlerin, amcaların, teyzelerin toplum huzurunu bozucu hareket potansiyeli taşıması değil(ki potansiyel taşımak suç işlemek değildir, fiil işlenene kadar bir yaptırım uygulanamaz), halkımızın kişinin elindeki alkollü içeceği görmesi. Yani kişi evinde içerse, çıkıp yine millete bulaşırsa veya kaza yaparsa sorun yok herhalde.

Çok bozuluyorum sevgili okur. İnsanların her şey için tek bir bahanesi olmasına bozuluyorum: demokrasi. Ve eminim ki tarihteki ilk demokrasi örnekleri "birilerinin saçmalamasına bahane olsun diye" üretilmedi. Daha güzel bir dünya, lokal olarak düşünürsek de daha güzel ülke yönetimleri için üretildi eminim ki.
Yazıklar olsun! Kaza mı oluyor? Koy iki trafik polisi, üflettir; alkollü olanların ehliyetlerini almaya kadar giden cezalarımız var zaten. Sen bir pire için yorgan yakmaktan da öte böylesi garip bir uygulamaya gidiyorsan demek ki var olan yasayı uygulamaktan tek kelimeyle "aciz"sin. Toplum düzeni bozuluyor ve toplumun huzuru mu kaçıyor? Zaten devriye gezen polisler yok mu abiciğim? Düzen bozulursa coplarının dibine kadar müdahale ediyorlar zaten, eksik olmasınlar. Bu şekilde "testiyi kırmadan döveyim" modunda girişler, çıkışlar yapmak mantık dışı.

Yani artık maalesef hissizleştik ülkemizde olan olaylara. Mardinde 44 kişinin öldürülmesine eminim hepimiz çok üzüldük. Ama sorun şu ki: hangimiz şaşırdık? Bu ülke nereye gidiyor geyiklerine girmeyeceğim; çünkü artık nereye gittiğini görmüyorsanız o sizin "mallığınız"dir. Emin olun bu ülkeyi oraya götürenler ne yaptıklarını maalesef ki bizden daha iyi biliyorlar. Bizi en önemli hislerimizden biri olan "şaşırmak"tan mahrum bıraktınız. Burasu Türkiye, her şey olur dedirttiniz yıllardır. Bu saatten sonra da tek bir şeye şaşırırım. Bir devlet adamı, bakan, başbakan, millet vekili, vali veya bu ve bu tür yasakların hazırlanmasında, yayında ve yapımda emeği geçen herhangi bir kişi çıkıp "Evet, haram olduğu için, günah olduğu için yasakladık; siz bizim görüşlerimize saygı göstermek zorundasınız, ama biz değiliz, çünkü güç bizde artık!" derse çok şaşırırım mesela. Doğru yapmıyorsunuz, bari doğru söyleyin.

http://www.cankiri.gov.tr/ana/duyuru/ickiyasagi/duyur1.jpg

Salı, Mayıs 12, 2009

Jalapeno

Çizebilseydi Abidin mutluluğun resmini keşke
Buraya yazılabilseydi mutluluk
Bir şiire dize olacak kadar basit olsaydı
Islanmasaydı ele alınan hiçbir kibrit

Noktalarla bitmesin artık cümleler
Yanmasın depresifler bahar yağmurlarıyla
Gitmesen de şimdilik
Sadece sesin var yanımda

Pazar, Mayıs 10, 2009

Kendini Gerçekleştirmeyen Kehanet

Damarlar boyunca ılık ılık akan
Bir nehir, masmavi gün ışığında
Yarılmış kafasının üstünden, bir tuz topağı
Düştü kalbinin orta yerine

Bir film şeridi gibi koptu gitti sebepler
Sadece öldüren gözlerin içinde,
Acıklı bir yaz esintisi patlak verdi
Kapı önünden geçen haşarı bir sarhoş gibi

Temiz hava sevdasına düşmüş sevdasızlar
Siz mi dönüyordunuz biz giderken
Pudra kadar şeffaf ellerimiz
Taş olacakmış meğer deniz kenarlarında

Kitaplar düşüyor kafama
Dostluklar ağlıyor fotoğraflardan
Sağırmışım, habersiz
Aç kalmış, çözümsüz

Cuma, Mayıs 08, 2009

Yangın

Fırat Budacı'nın Uykusuz son sayısında yazdığı yazıyı okumuştum. Küçükken bir camide kursa gitmiş, oradaki hoca "bu sureyi okuyamayan cayır cayır yanacak" diye tehdit ediyormuş çocukları. Budacı'nın yazılarını çok severim. Gerek kendisinin sağlam yazacağı önkabulünden, gerek de gerçekten güzel yazmış olmasından dolayı bayağı yer etmiş aklımda ki, hemen aynı gece gördüğüm rüyama girdi bu sözler.

Ama mekan bir cami değildi. Lisedeydik, etraftaki hiç kimseyi tanımıyordum. Ama çok iyi arkadaşlarımmış rüyaya göre... Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi hocası "bu sureyi okuyamayan cayır cayır yanacak" diyor arkadaşıma. Arkadaşım inanmıyor, gülmeye başlıyor. O sırada başka bir arkadaş bir elinde bir şişe, diğer elinde de çakmakla bu arkadaşa yaklaşıyor. Şişedeki benzini üzerine boca ettikten sonra çocuğu cayır cayır yakıyor. Sonra bize dönüp "ahaha gördünüz mü, okuyamadı yandı" diyor. Bu arkadaşın elinde şişeyle diğer arkadaşa yaklaştığı andan, onu yaktığı ana kadar; yaktığı andan da tüm sınıfın tutuştuğu ana kadar; hem yakan arkadaş, hem yanan arkadaş, hem de tüm sınıftaki öğrenciler kahkahalara boğuluyor. Yanan arkadaş bir yandan "ahaha ama bu da eşek şakası lan" diyerek, bir yandan da kahkahalarla gülmeye devam ederek diğerlerine yaklaşıyor, onları da yakıyor. Hoca ise "çocuklar tamam, güldük, eğlendik, haydi oturun da derse devam edelim" diyerek ciddiyetini koruyor. Ben de bir yandan gülüyorum, bir yandan beni yakmaya çalışan alevli arkadaşlardan kaçıyorum. Henüz yanmamış olan öğrencilerden 3-4 tanesi hocayı birer kolundan-bacağından tutuyorlar; başka birisi de alttan yakmaya çalışıyor. Hoca bir yandan direnirken, bir yandan da sınıfın olaydan kopmuş ortamına dahil olarak gülmeye başlıyor. Herkes yanıyor, yanmayanları yakmaya çalışıyor. Herkes çok eğleniyor; herkes çok mutlu. Yanmayan bir tek ben kalmışım. Sürekli bir o köşeye, bir bu köşeye kaçarak kurtuluyorum. Arada edebiyat seven arkadaşlar "sen yanmazsan, ben yanmazsam..." diye başlayarak tüm güçleriyle bağırıyorlar. Herkes hâlâ yanıyor, herkes hâlâ gülüyor, eğleniyor. En sonunda etrafımı sarıyorlar, beni de yakmak için. Gitgide çember daralıyor. Herkes üzerime geliyor. Korkuyorum. Onlar daha fazla yaklaşmadan "siz beni kovmuyorsunuz, ben istifa ediyorum" tavrı ile cebimden çıkarttığım şişeyi başımdan aşağı döküyorum. Tam kibriti çakacakken, hızlı davranan hoca yanan bir çakmak fırlatıyor bana. Tutsam da yanıyorum; kaçmaya çalışsam da, yerimde dursam da yanıyorum.

Perşembe, Mayıs 07, 2009

Red Alert 3

Bir Command&Conquer Red Alert hastası olarak, bu yıl çıkıp günlerdir beni esir almış olan RA3'ten bahsetmek istedim. RA ile hiç alakası olmayan insanlara ise kısaca şöyle tanıtabilirim oyunu: dünyayı ikiye bölünmüş olarak düşünüyoruz "Allied Forces" ve "Soviet Forces" olarak. Allied güçler Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, Kore(Güney Kore olsa gerek dimi =) )den oluşurken, Sovyetler ise Rusya, Irak, Libya, Küba gibi ülkelerden oluşur. Oyunun ana teması Sovyetler'in alternatif bir ikinci dünya savaşından sonra hayvansal bir şekilde güçlenerek Amerika ve tayfasına dalması, Amerika ve tayfasının da onları engellemeye çalışmasıdır.
RA3'e geçmeden önce birkaç önemli detay daha belirteyim hiç bilmeyenler için. Oyunu görev ve geyik olarak ikiye ayıralım. Görev kısmında iki seçeneğiniz var. Ya Sovyetlerin tarafındasınız, ya da Müttefiklerin. Taraflardan birini seçince size ufaktan ufaktan görevler veriliyor. Sıradan bir subay olarak başlayıp generalliğin dibine kadar gidiyorsunuz. Maksat oyunun geçtiği çeşitli haritalarda askeri üs kurmak, ordu oluşturmak, kendini saldırılara karşı korumak ve ilerleyen bölümlerde kontrolü ele geçirmek =). Oyunun geyik kısmında ise bir harita ve kendinize ve rakiplerinize ülke seçip dalıyorsunuz olaya. Rakipleriniz bot da olabilir, multiplayer takıldığınız arkadaşlarınız da olabilir. Her haritanın belli katılımcı sınırı ve çeşitli özellikleri var. Oyun içinde ittifak da kurabiliyor, bir sinerji yaratabiliyorsunuz. Grafikleri şimdiye kadar çok çok iyi olmasa da zevkli ve olduğu kadar gerçekçi bir oyundu.
RA3'te ise konu tamamen sapıtmış durumda. Teknolojik gelişmeleri takip eden Rusya, bir zaman makinesi icat ediyor. İkinci dünya savaşının bokunu çıkardığını düşündükleri Einsten'ı yok ediyorlar. Geleceğe döndükleri zaman da ortada beklediklerinden çok farklı bir tablo var. Ortada nükleer silah namına bir gram uranyum bile yok. Ve böyle bir felaketi yaşamamış olarak bu günlere gelen Japonya ve tayfası "Empire of the Rising Sun" adı altında dünyanın cılkını çıkaran üçüncü bir süper güç olup çıkıyor. Geleneksel bir yönetim tarzına sahip olan bu imparatorluk oyundaki en yüksek teknolojiye sahip. C&C RA'ın haklarının EA'a geçmesi bazı muhafazakar RA severleri üzse de, oyunun iskeletini oluşturan ekibin aynı kalması en azından mantığının aşağı yukarı aynı olması güzelliğiyle başbaşa bırakıyor bizi. Oyunun yeni versiyonunun bir çizgi film gibi olduğunu iddia eden kendini bilmezlerin aksine grafiklerin oldukça geliştirildiğini, oyunun absürd hikayesine rağmen daha gerçekçi olduğunu söyleyebilirim. Özellikle tek bir askeri bile 10 dakikada öldüren helikopterlerin, karşı ülkeye gidip birkaç bomba sallamaktan başka bir özelliği olmayan uçakların namusunun ve şerefinin kurtulduğu oyundur RA3 bence. Özellikle MIG Fighterlar artistik davranış biçimleri ve hava savunmasında tavan yapmış karizmalarıyla beni hayran bıraktı diyebilirim. Hem daha normal bir teknolojiye, hem de oyun zevkini artıran savaş ünitelerine sahip Sovyetler ise benim oyundaki favorim.
Bu oyunda da RA'ın çarpıcı ve gaz müziklerini duyuyoruz. Ama oyun boyunca karşımıza çıkan yeni müzikler hem oyunun gidişatı ile ilgili, hem de tek kelimeyle "muhteşem". Özellikle Özgürlük Heykeli'nin yıkılmasıyla alakalı görevde arkada Jazz ezgileri beni benden aldı. Günlerdir, ve her gün saatlerce başından kalkamadığım bu muhteşem şeyi hepinize şiddetle tavsiye etmekteyim!