Pazartesi, Mart 30, 2009

Demokrasi mi? O ne?

Sokratik triplere girmiş olsaydım, demokrasinin halkımız tarafından verimli kullanılabilecek bir sistem olmadığını iddia edip zeytinyağı gibi üste çıkabilirdim. Ama sanırım bunu Sokratik triplere girmeden de yapabilirim. Öncelikle bazı öcülerin oylarının önemli ölçüde düştüğünü ve bazı yerlerde zorlandıklarını, bazı yerleri ise resmen kaptırdıklarını gördük son seçimde. Öcü diyorum ama isim vermiyorum. Allah Allah, kim acaba bunlar? Aynı öcüler artık alacaklarını almış ve halkın refahını, ülkenin ekonomik gelişimini vs. iyice salmışken tam seçim öncesi halka yardımlarını esirgemediler o "iyi niyet"leriyle.
Bazı şeylerin tek seçimde değişmesini bekleyemeyiz tabii ki... Ama inanıyorum ki, bu ülkede namusu, şerefi, insanlığı ve adamlığı kömürle satın alınamayacak insanların sayısı azar azar da olsa artıyor. Zaten çok okunurluğu olmayan bir blog bu ama peşinen yazıyorum: böyle ağır sayılabilecek ithamlar kullandım, ve çekinmedim. Neden mi? Zaten "ben namusumu kömüre, çamaşır makinesine satmıyorum" diyen insan alınmaz, aradan çıkar. Demeyen, kabullenen insan için de bu sözler hakaret sayılmaz. Yani anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az. Yine de "İnsanlık Hakkı"mı kulanarak "Yüce Türk Adaleti"ne güvenmeme hakkımı saklı tutarım. Bir kenarda durur.
Tarihte insanların üzerine çelikten kafeslerin kapatıldığı yetmemiş gibi, bir de o kafeslerin ışıklarını söndürmeye çalışan kişiler dünyayı kararttıkça; birileri çıkıp onu binlerce, milyonlarca adım ileriye taşıyacak mumları yakmıştır. O yüzden geleceğimiz için endişeli değilim çoğu insanın aksine. Yasakçı zihniyet her yanımızı sarsa da, artık "bizi korumak" adına yaptığımız her şeye karışılsa da, dünyamız karartılmaya çalışılsa da; ileride birileri çıkacak aydınlatmak için. Bu birilerinin ellerinde ne silahlar olacak, ne kutsal kitaplar. Belki bu ilkel uygulama hâlâ devam ediyorsa bir parmaklarının kenarında lacivert bir leke olacak. Bu ülkenin insanları artık anlatılan peri masallarıyla büyümeyecek, birileri çıkıp eline kitabı alıp adam gibi hikayeler okuyacak...

Pazar, Mart 29, 2009

Okuribito

"Soğuk bir vücudu hayata döndürmek, ve sonsuz güzelliği bağışlamak. Tören huzurlu ve kusursuzdu. Ve her şeyden çok sevgi doluydu. Son vedada hazır bulunmak, ve merhumu uğurlamak... Huzurluydu, ve yapılan her hareket vakur görünüyordu."

Aslında Oscar ödüllerinin hep "kime göre, neye göre" olduğunu düşündüm, ve sonuç hep "Akademi'ye göre" çıktı. Her şekilde kendi alanlarında büyük başarıya sahip olduklarından dolayı seçilen Akademi Üyeleri'ne bir diyeceğim yok. Hepsi gerçekten bu güzel organizasyona yakışan kişiler. En azından "kariyerleri dolayısıyla" hak eden kişiler diye düşünüyorum. Ama yıllardır "bir film Oscar almışsa b.ktandır abi" geyikleri, özellikle son yıllarda kazanan ve aday gösterilenlerle alakalı büyük tartışmalar ve "nedense genelde çok kaliteli de olsa aksiyon filmlerine karşı bir önyargı" muhteşem bir kariyerin mantıklı seçimler yapma kabiliyetine olan etkisini sorgultıyor bana. Daha sonra ne demeye çalıştığımdan bahsedeceğim. Ama bu yazıda, belki de aldığı ödülü gerçekten hak eden tek filmle ilgili birkaç şey karalayacağım. Slumdog Millionaire gibi güzel olan ama "o kadar" da güzel olmayan bir filmden tutun, The Dark Knight gibi ufak bir ödülle geçiştirilen bir şahesere kadar makul sayıda filmin arasında ödüle "cuk" diye oturan bir filmdi Okuribito(İngilizce'siyle Departures, Türkçe'siyle Gidişler).
Film bir araba sahnesiyle başlıyor. Sisli bir yolda araba kullanan Kobayashi'nin hayattan yorulmuş, aradığını bulamamış, bulduğu zamanlarda ise hep çok geçmeden kaybetmiş olduğunu açıkça okuduğumuz yüzünü görüyoruz. Sonra bir cenaze evinde buluyoruz kendimizi. Arabada yanında görünen yaşlı adam bir tür cenaze öncesi ritüelini yerine getirirken Kobayashi de ona yardımcı oluyor. Hemen sonraki sahneleri atlarsak kendimizi bir orkestranın gösterisinde buluyoruz. Salon bomboş değil ama az kişi gelmiş. Yine de mükemmel bir konser sergileyerek kuliste toplanan orkestra mensuplarına kötü bir haberi var organizasyon sahibinin. "Orkestrayı dağıtıyorum" diyor üzgün bir şekilde eğilerek selamlıyor herkesi, herkes arkasını dönüp eşyalarını toplamaya bakıyor. Kobayashi olduğu yerde kalıyor. Ve her şey burada başlıyor. Aslında planından sekansına kadar her parçasını teker teker sevdiğim bu filmden uzun uzun bahsetmemek için kendimi zor tutuyorum ama spoiler vermeyi de istemem. İstiyorum ki izleyin ve görün ne anlatmaya çalışıp da anlatamıyor olduğumu.
Ölümün o soğuk yüzünü renklendirmek ve "gidişler"i güzelleştirmek adına her şeyi yapmaya çalışan iki adam, ve çevreleri, aileleriyle ilişkileri... Kahramanımız bu giden insanların hak ettikleri ve hep istedikleri saygıyı son bir kez, en iyi şekilde görmelerini sağlamaya çalışadursun; bize de Japon kültürünün en cansız kısmını en canlı şekilde anlatıyor film. Anime tarzı bir Japonculuk beklemeyin, zaten biraz daha yeni dönem tarzında gelenekçiliği var(ne dedim ben? ama siz anladınız).
Filmin en önemli özelliği temponun aşağı yukarı hep aynı tutulmuş olması. Olaylar izleyiciyi sıkmadan, gereksiz germeden, aktarılmak istenen tüm duyguları hissettirecek şekilde yayılmış 2 saat kadar süren filmin her yanına. Bu "duygular" ve "düşünceler" birbirine çok bağlı olay dizileriyle değil, genel hikaye içindeki ayrıntılarla verilmeye çalışılıyor kanımca. Film ilerledikçe izleyici de kendisini Kobayashi ile aynı bakış açısı içinde buluyor. Gittikçe olayın içine giriyor ve Kobayashi ne düşünüyorsa düşünüyor, ne hissediyorsa hissediyor... Etrafındaki insanların hor gördüğü bu yeni mesleğe duyduğu saygıyı farkında olmadan haklı çıkartıyor dakikalar ilerledikçe...
Kendi öykülerimde de çokça değindiğim bu "bir şeyleri kaybeden ve bu sayede kendini bulan" insanlar hep ilgimi çekmiştir. Neredeyse tüm hikayelerde, romanlarda, filmlerde az veya çok bahsedilir bunlardan. Ama ben bu kadar sade ama bu kadar güzellik dolu bahsedenine az rastladım. Okuribito da bu nadir rastladığım güzelliklerden birisi. Ne yapın edin, hazır Uluslararası İstanbul Film Festivali'ne de gelmişken izleyin derim.

Not: "Gidişler", UİFF kapsamında 19 Nisan Pazar günü, Emek sinemasında 13:30 ve 21:30 olmak üzere iki seansta gösterilecek.

Cumartesi, Mart 07, 2009

Heidenroslein

Sah ein knab' ein röslein stehn,
Röslein auf der heiden,
War so jung und morgenschön,
Lief er schnell, es nah zu sehn,
Sah's mit vielen freuden.
Röslein, röslein, röslein rot,
Röslein auf der heiden.

Knabe sprach: ich breche dich,
Röslein auf der heiden!
Röslein sprach: ich steche dich,
Daß du ewig denkst an mich,
Und ich will's nicht leiden.
Röslein, röslein, röslein rot,
Röslein auf der heiden.

Und der wilde knabe brach
's röslein auf der heiden;
Röslein wehrte sich und stach,
Half ihm doch kein weh und ach,
Mußt es eben leiden.
Röslein, röslein, röslein rot,
Röslein auf der heiden.

Törkiş:

Bir çocuk bir goncagül gördü,
Kırdaki goncagül,
O kadar genç ve sabahgüzeliydi ki o
Hızlıca koştu çocuk ona yakından bakmak için
Pek sevinerek izledi onu.
Goncagül, goncagül, goncagül kırmızı,
Kırdaki goncagül.

Çocuk konuştu: seni koparırım,
Kırdaki goncagül!
Goncagül konuştu: ben de seni öyle iğnelerim ki,
Hep beni düşünürsün sonra,
Ve izin vermem bunu yapmana.
Goncagül, goncagül, goncagül kırmızı,
Kırdaki goncagül.

Ve yaramaz çocuk kopardı
Kırdaki goncagülü;
Goncagül savundu kendini ve iğneledi çocuğu,
Ama o bana mısın demedi, ne bir ah dedi ne de bir vah,
Boyun eğmek zorundaydı yani goncagül.
Goncagül, goncagül, goncagül kırmızı,
Kırdaki goncagül.