Cuma, Mart 05, 2010

Doğru - Gerçek - Zan - Hakikat ve Diğerleri

Doğru ve gerçek, karıştırılmaya müsait iki kavramdır. Gerçek, çok boyutlu ve objektif olmasına karşın doğru, sübjektif ve çoğu zaman tek boyutludur. Yani belli bir bakış açısına göre verilmiş bir hüküm, eski ifadesiyle “nisbî hakikat (kısmî gerçek)”tir. Bu nisbî hakikatlerin birleşmesinden ise, hakikatin ve gerçeğin her yönüyle ortaya çıktığını müşahede ederiz.

Geometri ilminden bir misal: Bir silindire karşıdan bakan biri, dikdörtgen olarak algılar. Ve dikdörtgen gördüğünü söylerse doğru söyler. (Bu kısmî bir gerçektir) Silindire yukarı cihetten bakan bir başkası o cismin bir daire olduğunu savunur. Bu da bir doğrudur. Ama gerçekte/hakikatte o cisim ne bir daire ne de bir dikdörtgenden ibarettir. Bunları birbirinden ayırmak, hakikatin ahengini bozacağından, iki farklı hükmü birleştirip bir silindir buluruz. Böylece hem hakikate/gerçeğe ulaşmış olacak, hem de doğrulardan taviz vermemiş olacağız.

Bu minvalde eskiler “Fikirlerin insaflı bir şekilde çarpıştırılmasından, hakikatin bütün boyutlarını gösteren ve karanlıkta kalan kısımlarını aydınlatan kıvılcımlar, şimşekler meydana gelir.” sözünü söylemişler. Günümüzde insaf düsturu rehber edinmeden yapılan münazaralar, birbirini anlamamalar, sadece kendi doğrularını görüp onu "gerçek" diye empoze etmeye çalışmaktan doğmaktadır. Bu misalde geometriden ilhamını alan çok boyutlu düşüncenin, hakikate ulaşma yolunda nasıl rehberlik ettiğini görüyoruz.

Peki İnsan Nasıl Yanılır?

Bir lâtif misal ile açıklamaya çalışalım:

Bir zaman kalp ehli iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi "uykum geldi" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp, süt kasesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: "Ey arkadaş! Acayip bir rüya gördüm." O da der: "Allah hayır etsin, nedir?" Der ki: "Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acayip bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altın dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?"

Uyanık arkadaşı dedi: "Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim." Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mesut edecek altınları buldular.

İşte yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rüyada iken geniş bakamadığı ve tabirde hakkı olmadığından, maddi alem ile manevi alemi birbirinden fark etmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, "Ben hakikî maddî bir deniz gördüm." der. Fakat uyanık adam, misal alemi ile maddi alemi fark ettiği için tabirde hakkı vardır ki, demiş: "Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hakeza..." Demek oluyor ki; maddi alem ile ruhani alemi birbirinden farketmek lazım gelir. Birbirine karıştırılsa, hükümleri yanlış görünür.

Mesela: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük ayna konulmuş. Sen odanın içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen "Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum", doğru dersin. Eğer "Odam bir meydan kadar geniştir" diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki misal alemini, hakiki aleme karıştırırsın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder