Cuma, Ocak 29, 2010

Polis Devleti Mi Oluyoruz?

Son yıllarda ülkemizin gündeminde tek şey var: darbe. Peki neden “darbe” vurgusu yapılıyor? Durumu incelersek elimize birkaç ana veri geçiyor. Asker bu ülkede gereğinden fazla ön planda, gereğinden fazla güçlü. Ekonomik ve sosyal sıkıntılar gittikçe artıyor. Özellikle içinde bulunduğumuz “hükümetin ikinci dönemi”nde herkesi olmasa da çoğu kişiyi memnun edecek hiçbir gelişme sağlanamamış, halkın sorunları büyüdükçe büyümüş. Yazıma bir moda yaşlısı gibi devam etmek istemesem de, laiklik yalan olmuş. Laiklik yalan olmalı mı olmamalı mı tartışmaları özellikle son zamanlarda iyice artsa da çoğu kişi bu konuda görüş bildirirken “her şeyi” söylememeye çalışıyor bazı hassasiyetlerden dolayı. Ve bize ilkokulda öğretilenleri piç edecek bir iddia dolaşıyor ortada: asker irticayla mücadele etme planları yaparak suç işliyor.

İrtica ile mücadele etmek suç mudur?

Zannedersem mantık açısından böyle bir suç olmaması gerektiği için bu planın(sonradan sözde belgeler de yalan oldu ya...) “AKP ve Gülen Cemaatini bitirme” kısmına yoğunlaşıldı. Aynı Ergenekon meselesinde de olduğu gibi Türk halkına da tek bir şey demek kaldı: “biz bir bok anlamadım hocam...” Yasal yollardan bir partinin veya bir organizasyonun kuyusunu kazmayla pek kimsenin sorununun olmaması lazım aslında. Ama çeşitli “yeşil” yayın organlarının bas bas bağırdığı haber bültenlerinde “cemaat evlerine silah saklayıp baskın yapmak” gibi ilginç iddialar hâlâ dolaşıyor. İnsanlar birkaç yıl önce meşhur olan tabirle “mahalle baskısına” uğruyor deniyor, ama mahalle baskısının babasını, üstelik karar verme yetkinliği tam gelişmemiş bacak kadar çocuklara yapan, onların düşüncelerini kendi düşüncelerine göre şekillendiren bir örgüt bal gibi de mağdur duruma sokuluyor. Bu örgüt hâlâ çeşitli ortamlarda faaliyet gösterip çeşitli devlet ve özel sektör kademelerine çıkar amaçlı eleman enjekte ediyor. Kimse, hiçbir hükümet de “çocuklarımız, gençlerimiz psikolojik baskıyla, inanç özgürlüğü hiçe sayılarak, eğitim namına neredeyse hiçbir şey yapılmadan beyin yıkama yağlamasına uğruyor” diyemiyor, cesaret edemiyor. Kanal 7 gibi “sabıkalı” bir yayın organı artık normal bir haberde bile üst kademe subaylardan bahsederken “subay” değil, “cunta” diyor. Artık irtica ve şeriat özlemi çok normal karşılanır oldu doğrusu, ilginç...

Mağdur edebiyatı?

Gün geçmiyor ki, sayın başbakanımız, cumhurbaşkanımız, meclis başkanımız, başbakan yardımcımız, vs. suikast girişiminin ucundan dönmesin. Bir an için hükümet düşmanı, her şeyi göze almış, çılgın bir fanatik gibi düşünüyorum. Düşünürken başbakandan nefret ediyorum. E nefret ediyorum da, ben o adamı öldürüp niye kahraman yapayım? Hem bu ülkede başbakan öldürmek kolay mı, adamın arabası geçecek diye yolun karşısına geçmemize bile izin verilmiyor. Bazı Avrupa ülkelerindeki gibi başbakanı sokakta göremiyoruz. Ve Allah aşkına, bu nasıl bir güvenlik sistemidir ki, son birkaç ayda onlarca “mücadele”, “darbe” ve “suikast” girişimini daha harekete geçmeden durdursun! Bir bakıyorsunuz, adı geçen herkesin bahçesinde silah gömülü... Yani bunu ergenekon davasından da anladık, gömmeyin kardeşim şu silahları, buluyorlar işte, başka yere saklayın, değil mi? Suikast girişiminde bulunacak insan krokiyi yutmaya çalışıyor yakalanırken. Bu o kadar komik, o kadar komik, o kadar komik... pardon, takıldım, söyleyecek bir şey bulamıyorum. Eğer halka sunulanların onda biri bile yalansa, bu hükümetimizin muhteşem ve organize yalan söyleme uzmanı olduğunun kanıtıdır. Daha da ilginci, bunlardan onda biri bile doğruysa, hükümetin ve temsil ettiği siyasi görüşün “çok yaygın bir şekilde” kadrolaştığının ispatıdır. Yoksa böyle bir güvenlik ağı, böyle bir “sürekli baskı altındaki hükümet”, böyle bir “aksiyon dolu politik gündem” Amerikan filmlerinde bile yoktur azizim.

Yine paravan geyikleri mi?

Hükümetimizin önemli sorunlar arttığında ve yapacak bir şey olmadığında, veya yapacakları şey kabul edilebilir olmadığında sorunun önüne bir paravan mesele fırlatması iddialarını hepimiz biliriz. Geçtiğimiz yıllardaki türban meselesi böyle olaylara güzel bir örnektir mesela. Güzel bir şekilde yayın hayatına başlayan cesur ve kaliteli gazetemiz “Taraf” da gittikçe bir Vakit, bir Milli Gazete oluyor. Belki kıyafetleri farklı ama konuşma tarzları hemen hemen aynı. Taraf'ın dikkat ettiğim kadarıyla en büyük sorunu “hedef göstermeye” başlaması. Taraf'ın bundan vazgeçmesi lazım, en kısa zamanda hem de... Özellikle “Fatih Camii Bombalanacaktı” manşetine çok güldüm. Amerika'daki “11 Eylül'den sonra ailemin güvenliğinden endişelendiğimden dolayı kendime çip taktırmaya gönüllü oldum ayol” diyen kadın gibi sürekli bir korku içerisinde yaşayan, bazı kesimlerden nefret etmeye, bazılarından korkmaya, bazılarına çok güvenmeye koşullanmış bir robot halk mı yaratılıyor dersiniz? Yani darbe ortamı yaratma amaçlı cami bombalamak, yıllarını hesapla, stratejiyle uğraşarak yiyen üst düzey subayların bulduğu, kendilerine göre mantıklı bir plansa zaten bir tarafımla gülmekten çekinmem. Elime bir baston alır hepsini döver ülkeyi ele geçiririm eğer böyle insanlardan oluşan bir ordumuz varsa. Ama garip olan şu, İlker Başbuğ çıkıyor ve “Allah Allah diye hücum eden ordu nasıl cami bombalar lan?” diye masalara vuruyor. Bu aynen “bakın efendim, müvekkilim eli ayağı düzgün, kibar bir insan, nasıl tecavüz eder?” der gibi olmuş. Bir yandan manşetteki ifadenin komikliğine, eğer böyle bir plan ve bu planı yapanlar varsa da onların aptal oluşuna bakmayıp “benim ordum böyle şey yapmaz” diyerek hepimizi muhteşem konuşmasıyla ikna etmesiyle beni derinden dumur etmiş, diğer yandan da ordumuzda gerçekten biraz önce bahsettiğim tipte insanlar olabileceği fikrini aklıma sokmuştur sayın Başbuğ, tebrik ederim.

Polis devleti mi yaratılıyor?

Dün haberleri izlerken meclisteki asker sayısının azaltılıp yerine polis dikileceği kararını öğrendim. Mantık olarak iç güvenliğin polis tarafından sağlanması çok normal herhangi bir ülke için. Ama Türkiye tabii ki herhangi bir ülke değil. Birkaç şeyden bahsedelim o zaman, hadi bakalım. Youtube yasağı hala sürüyor, komik. Kitapların aile ile okunacak-okunmayacak olarak sınıflandırıldığı bir araştırma yapıldı geçen sene, bu iki. Alkol reklamları çok absürd şekilde düzenlenip bu reklamların sadece +18 filmlerin sonuna(jenerikten de sonra) konmasıyla ilgili kararlar alındı yine geçen sene. Çankırı'da ev ve alkol kullanımı için tasarlanmış yerler dışında alkol tüketimi yasaklandı. Sebep olarak “pikniklerde içen insanların kaza yapması” gösterildi ama zannedersem kimsenin aklına yolun başına birkaç polis koyup alkol muayenesi yaptırmak gelmedi. Ki mesele de vatandaşları pikniklerde “ziyaret edip” gerekirse zor kullanacağını belli etmekti sanırsam. Sonra şehir efsanesi olduğuna inanmış olduğum, inanmak istediğim şeyler ortaya çıkmaya başladı. Daha önce muhafazakar kesimin tekel bayisi civarlarına cami yaptırıp sonra bayinin kapatılması için toplumsal baskı uyguladığı iddiaları hep ortada dolaşırdı. Bir yanım “kesin yapıyordur bizim yobicanlar” dese de, diğer yanım buna inanmak istemiyordu. Ama bir gün gazetenin köşesinde kalmış bir haber gördüm. Kırk yıldır açık olan bir genel evin yanına cami yapılmıştı, ve halk günah olduğu gerekçesiyle bu genelevin şehir dışına taşınması için baskı yapıyor, gerektiğinde kapılarını camlarını taşlıyordu. Camiyi getirip de oraya koyan kişilerin başkanı ise “halk ayaklanıyor, böyle giderse durum daha kötüye gider” diyerek uyarı adı altında resmen tehdit savuruyordu. Bunlar çok korkunç memleket manzaralarından sadece birkaçı, daha kaç tane var kim bilir... Yasama, yürütme ve zaman zaman da yargı gücünün önemli bir bölümünü elinde tutan siyasi irade ve sokaklardaki, evlerdeki yandaşları yasaklamaya ve baskıları desteklemeye devam ediyorlar. Polisin yetkisi her geçen gün artıyor. Polise ağır silah alımı için çalışmalar başlatılıyor. Her geçen gün başka bir haber duyuyoruz polis tarafından öldürülen, hiç değilse işkenceye uğrayan, daha da hiç değilse dövülen veya yasadışı şekilde gözaltına alınan insanlarla ilgili. Polis gücünün başındaki insanlar siyasi otoritelere dönüşmeye başlıyor gittikçe. Ve adı konulmamış bir dokunulmazlığa sahip olmaya başlıyor polisler. Özellikle emekçi kesim üzerine bir “balyoz” olup iniyorlar sokaklarda, ülkede hakim siyasi iradenin ahlak zabıtası olup çıkıyorlar. Yasalarla “bizim iyiliğimiz için bizi kısıtlayanların” maşası oluyorlar. İster istemez insan kendine şunu soruyor: askerin normal demokrasilerle karşılaştırıldığında çok ön planda olmasını da bahane eden hükümet, yavaş yavaş ülkenin özellikle iç güvenliğini tamamen polise kaydırarak ve çıkarttığı yasalar ve yaptığı aciz edebiyatıyla askeri ayağının altına alarak, kısacası kendisine köstek olan askeri kendisine destek olan polise yedirip, kendi siyasi iradesinin kontrolünde bir polis devleti mi yaratmaya çalışıyor? Özellikle ülkede yaratılmaya çalışılan korku ortamını, son yıllarda çoğalan yasakları ve toplumsal ayrılıklardan doğan lokal baskıları düşününce, polisin gittikçe artan yetkisi ve dokunulmazlığı da düşünüldüğünde çok distopik de olsa böyle düşüncelere dalmam çok da anormal değil sanırım.

E, sonra?

Dediğim gibi, moda yaşlısı gibi siyaset yapmak istemiyorum. Her ülkenin hassas dengeleri vardır. Siyasetçi olarak o dengeleri manipüle edebiliyorsanız halkı köpeğiniz bile yaparsınız. Soğuktan donan insanlar varken “gücü olan doğalgaz kullanacak” diyebilecek kadar kendini aşan bir başbakanımız varken, ve halkımız da hâlâ “yaşasın AKP” diyebiliyorken moda yaşlısı gibi konuşmanın manası da yok pek. AKP ilk döneminde önceki hükümetten devşirdiği stratejiyle birkaç güzel şey yapıp halkın nefretinden büyük oranda kaçmayı başardı. İkinci döneminde artık “nasıl olsa üçüncü dönem olma ihtimali yok gibi, götürelim hacı” modundalar resmen. Artık bazı adımları daha cesur, daha da önemlisi “daha umursamaz.” Halkın önemli bir bölümü tarafından hâlâ destekleniyorlar zaten. Ama destek de umurlarında değil sanıyorum artık. Çünkü gittikçe daha agresif, daha açık sözlü olmaya başlıyorlar. Bu iki anlama gelebilir. AKP hesap kitap yapıp ya bir daha bu kadar güçlü gelemeyeceğini anladı, ne bulursam götüreyim diyor, ya da artık sağlamlaştırdım yerimi, halk benden vazgeçmez nasıl olsa, istediğimi yaparım ve bunlar da kafa sallarlar diyor. Demokrasi adı altında “kendine demokrat” bir çizgide ilerleyen ve ülkeyi gider ayak değiştirebildiği kadar değiştirmeye çalışan bir parti istiyorsanız bir daha düşünün derim.

Yusuf S.

Perşembe, Ocak 28, 2010

olmadı.

bir öykü yazmak istedim ama başaramadım gene.
aslında yeterince çabalamadım.
çabalasam yapar mıydım, işte orası bir muamma.
esas mevzu şu ki:
kendimi iyi hissetmiyorum.
kafam karışık, sanki milyonlarca nöron birbiriyle bağlantı kurmaya çalışıyor da, bilincim seçemiyor hangi bağlantıya odaklanacağını.
uzun lafın kısası, salınıp duruyorum bir oraya bir buraya,
salıncakta misali...
kayda değer birşeyler arıyorum zihin boşluğumda.
sistematize etmek istiyorum var olanları, ve boşa çabalıyorum.
belki karakterler arıyorum yaratacak,
belki de var olan karakterlere hayatlar çizmeye çalışıyorum.
çizemiyorum, göremiyorum ötesini...
işte bu yüzden, istesem de yazamıyorum öyküleri ben.
istesem de toparlayamıyorum arapsaçı nöronlarımın arasındaki ensest ilişkileri.
amaçsız kaldığınız oldu mu hiç?
büyük umutlarla başladığınız birşeyler kayıp gitti mi hiç ellerinizden?
hiç kendinizi yetersiz, veya başarısız hissettiniz mi?
ben hissettim.
öyleyse varım.
varoluşçu bakacak olursak bu uyanışa, çok da kötü gözükmeyecektir göze.
ne de olsa yaşanan her acı insana kendi varlığını kanıtlamaktadır.
hayır, anlamadığım şey şu ki:
lanet olası acı neden bana beni kanıtlamak için kanırta kanırta batırır bıçağını bedenime.
benim pek de zarar görmeyen bedenim neden şimdi bıçak darbeleriyle başa çıkmak zorundadır ki?
hayır, dersen ki varoluşçu değil, determinist bakalım mevzuya...
o zaman da böyle olması gerekiyormuş meğer diyiveriyoruz en inanmaz halimizle.
e peki ne yapmak lazım sorarım size?
daha açıklayacı olacaksa anlatayım,
self imle ideal self im kavga ediyorlar mütemadiyen.
neo-analytic amcalarımın söyledikleri gibi,
olduğum şey ve olmak istediğim şey arasında uçurum var.
e sonuç olarak da gerginlik oluyor ister istemez.
başka konuya atlayacak olursam eğer söylemeliyim ki,
neo-analytic amcalarımı hiçbir zaman sevmedim ben.
bu durumu onlara dayanarak açıklamak da ayrıca zedeliyor benliğimi.
sonuç ne mi?
sonuç yok...
hem şekerim, ne zaman sonuç vardı ki?
sürüp gidiyor işte birşeyler.
baksanıza tarihi bile neden-sonuçlarla açıklamaya çalışınca sıkıntı çıkıyor.
esas olan süreklilik.
insan sürekli yaşıyor...