Siz bir insancığın odaya uğrayacak vakti olmadığı için damacanasını bir türlü doldurtamaması, sürekli “kesinlikle ekemeyeceği” en az üç işi olması ve günde ancak ve ancak 5 saat uyuyabilmesine rağmen kendini boş hissetmesi ne demektir bilir misiniz?
Bir insan düşünün. Bir dakika! Bitirmeme izin vermediniz, öyle alelade bir insan düşünmeyin. Gerekirse alelade iki insan düşünün ama yine de alelade olmayan bir insan düşünmek de öyleyse var olduğunuzu kanıtlayabilir sanmaktayımdır belki diye düşünüyorum. Kendime uyumayarak boş zaman yarattığım bu güzel çarşamba gecesi/perşembe sabahı kesişiminde damarlarımda veya vücudumun her neresindeyse artık dolaşan kafeinin etkisiyle, normalde olduğundan daha fazla saçmalayabilemeyeceğimi bilsem de, kon uyu dağıtıştırmadan yazımı noktalamaya çalışmak istiyorum. Daha önce veya şu anda PS asistanlığını yapmış/yapıyor olduğum arkadaşlarımdan gelen “tahtayı çok dağınık kullanıyorsun, bir bok anlamıyoruz” eleştirisiyle kendime gelmeye birazcık daha yaklaşmışken şu güzel ortamı bozmak istemiyorum. Aslında hayatım boyunca tahtayı hep karışık-dağınık kullanmışımdır. Bazı arkadaşlarım en basit bir olayı bile g..tünden-başından kotararak, kesip-yapıştırarak anlatmamdan rahatsız olmuşlardır hep. Sadece anlatırken karşılaştığım bir sorun olsa gam yemeyeceğim de, yaşarken de karıştırıyorum her şeyi birbirine. Hayatı ve içindekileri belirli bir sıraya oturtamıyorum hiçbir zaman. Oturtamayınca her şeyi soyutlaştırıyorum, öyle düşününce kendimce bir mantık kuruyorum maalesef. Maalesef diyorum, çünkü mantıksızlık derecesinde mantıklıyım ve bunu kaldıramıyorum. Kendimi yatırıp kıçıma terlikle vurmak istiyorum. Fazla mantık göz çıkartıyor. Hele gereksiz oranda uygunsuz bir mantıksa. Şimdi buraya kadar yazdıklarımı özetleyelim:
1) Çok önemli bir insanım, görüşmek için sekreterimle temasa geçin.
2) Anneciğim/babacığım vallahi arayamıyorum özür dilerim.
3) Evet çok akıllı ve mantıklıyım.
4) Bu kız bana neden yüz vermiyor?
5) Uykum gelmese de gün boyunca ortalıkta ruh gibi dolaşacağım, yolda karşılaştıklarım kusura bakmasınlar.
Devam ediyorum.
Her zaman söylediğim gibi; beni kendini beğenmiş, kötü bir insan olarak tanımanızı istemem. Ben kendini beğenmiş mükemmel bir insanım. Dolapta unutulmuş ve ekşimiş bir süt gibiyim ama. Kalsiyumum var, kemiklere iyi geliyorum ama zamanı çok geçince bir boka da yaramıyorum. Uyurken heyecanla “4 kere 4 e bas” diye bağıran bir insanım(rüyamda muhtemelen CS oynuyordum ama hatırlamıyorum). Ve en büyük sorunum saçımı kurutmak. Kurutma makinesi kullandığım zaman dalgalı-düz karışımı –çok afedersiniz– s..k gibi bir şey oluyor. Kendi haline bıraktığım zaman kuruyana kadar dışarı çıkamıyorum. Sabahın bu saatinde yeşil, ekşi elma yiyorum ve karnım ağrıyor. Karıncalarım klavyeme dadanıyor. Özellikle Erol üflesem de gitmiyor. Elimle alıp yere koymak zorunda kalıyorum. Natalie masamın sağ köşesinden ağlamaklı bakıyor bana.
Ve sevgili hayat! Gökten düşen üç elma da neden bana giriyor? En sert kahvenin etkisi bile neden bu kadar sürüyor? Yazmak, yazmak, yazmak istiyorum (ulan)!
Pazartesi, Nisan 27, 2009
Pazar, Nisan 26, 2009
Derin Tahammülsüzlük
Bilgeliğin verdiği esneklik ve algısal genişlikten yoksun olan kişilerin kendi yüzeyselliklerini ve yetersizliklerini örtbas etmeye çalışırken verdikleri aşırı tepkilerin genel adıdır tahammülsüzlük. Bu tip insanlar çoğunlukla bir savunma psikozu içindedirler. ‘Öteki’nin her tavrını saldırı olarak algılarlar ve en belirgin özellikleri eleştiriye tahammülsüzlüktür. Asla vazgeçemeyecekleri sloganları vardır ve bu sloganlar üzerinden yaşamlarını ve değer yargılarını biçimlendirmekten ve bunu ‘öteki’ne dikte etmeye çalışmaktan çekinmezler, aksine bundan biraz da ‘militanca’ bir zevk alırlar. Bunu bir ‘dava’ şuuru ile yaparlar. Onlar için ‘bir ağaç gibi tek ve hür’ olmak değil ‘bir orman gibi’ yaşamak önemlidir. Kolektif aklın homojenliğini ve yanılmazlığında o denli ısrarcıdırlar ki bireysel farklılaşmalara yer veren kolektif sistemlerin daha güçlü ve daha az yanılır olabileceğini asla akıllarına getirmezler. Kutuplaşmadan nemalanırlar. Kutuplaşmanın marjinalleşmek olduğunu, marjinalleşmenin fikirden ziyade sloganlara, klişelere ve biçimciliğe tekabül ettiğini görmezden gelirler. Bu profilin siyaset arenasını işgal eden uzantılarına bakın. Değişmez bir jargon ve tahammülfersa bir sığlıkla konuştuklarını, tartıştıklarını hatta tartış(ama)dıklarını göreceksiniz. Teknik olarak iki ayrı uç noktada olması gereken ve tek ortak paydaları kolektivizmden beslenmeleri olan iki hizbin en ateşli tartışmalarında bile şaşılacak bir üslup ve jargon benzerliği olduğuna tanık olursunuz. Bu benzerliğin çıkış noktası ise her iki tarafın da alabildiğine tutucu olmalarıdır. Eleştirel akla ve serbest düşünceye yer yoktur sığ dünyalarında. Gergindirler. Tahammülsüzdürler. Polarizasyonun her iki tarafı da her an kavgaya etmeye meyilli bir psikoz içinde tamamıyla politize olmuş bir yapının sığ sularında sürekli bir gerilim kaynağıdırlar. Aslında yeterince polarize olmak için de birbirlerine ihtiyaçları vardır. Entelektüel düzeysizlikleri ile öne çıkarlar. Saldırgan ve öfkelidirler. Hukuk danışmanları, avukatları mahkeme kapılarını aşındırırlar günaşırı. Mizah ve zekâ kokan eleştirilere verebilecekleri tek yanıtları vardır: dava açmak. Sığ sularını dalgalandıranlar, kör kuyularına taş atanlar slogan ve klişelerle bezedikleri, korudukları, putlaştırdıkları değer yargılarına saldırmışlar, canlarını acıtmışlardır ve hadlerinin bildirilmeleri gereklidir. Mahkemeler bunun için vardır. 10-15 yıllık tuhaf davalarla hantallaşan adalet sistemini kendi kişisel yetersizliklerini temize çıkarma adına işgal etmekten çekinmezler. Demokrasi onlar için ya salt çoğunluğun sorgulanamaz hükümranlığı için bir araçtır ya da azınlığın politik açlığını ‘muhalefet’ kisvesi altında ve fikri dayanaklardan uzak bir slogan düzleminde gidermesine yarayacak bir sistemdir. Demokrasinin esneklik, hoşgörü, sorgulayıcı akla açık olma, diğerkâmlık, karşılıklı saygı ve bilgi eksenli tartışma ortamı gibi hoşluklar içerdiğinden habersizdirler. Mizahtan ölesiye korkarlar. Saf sanata olan uzaklıkları ise sanat işçilerini, düşkünlerini bu ülkeden kaçıp gitme raddesine getirir. Ülke tarihinin tek ve en Nobelli kişisi, okyanus aşırı bir üne ve etki alanına sahip büyük bir yazarın tehditlerden bezip başka bir ülkeye yerleşmesinde onlar için herhangi bir sorun yoktur. Hiçbir zaman gündem maddelerinden biri olacak denli önemli bir mesele olmamıştır. Başına gelecekleri hisseden ve daha güvenli ülkelere gitmek yerine ülkesine bağlılığı ‘ethnicity’nin dar kalıplarını fersah fersah aştığı için kalan ve yüreğinde güvercin tedirginliğini kâğıda dökecek denli naif olan bir düşünce insanın katline olan yaklaşımları bile –iktidar ya da muhalefet fark etmez- insanı dehşete düşürecek cinstendir. 17–18 yaşındaki bir zavallı piyonun ve ‘ağabey’lerinin devlet babamızın şefkatli dokunuşlarıyla takdis ve takdir edilmesi ise saygıdeğer devletimizi babalıktan reddetmek için yeterli bir nedendir. Devlet denen organizmanın büyük bir kısmı fena halde karanlıktır, derindir. Polis, mafya, bürokrasi, politika, medya ve hatta askerden oluşan ‘oceanic six’ mensuplarının bu denli karmaşık ve karanlık bir ilişkiler sarmalında birbirlerini kucakladıkları başka bir ülke var mıdır, bilmiyorum. Ama liberalizmden, serbest düşünceden nasibini alamamış; ideolojik bağnazlıklara saplanıp kalmış; ulusal-uluslararası politikası hamasi söylemler ve sığ sloganlar üzerine inşa edilmiş ülkelerin kaderi budur, biliyorum.
Cuma, Nisan 24, 2009
Karga Kahvaltısı
Sevmiyorum seni, ama gitme
Duman içinde kaldım günlerdir
Bir şemsiye kurtardı beni sırtlayıp
Düşünmeden atladım kanatlarından
Işığından boğuldum teraslarda
Savaş türküleri içtim oluklardan
Saatler yaptım ısırıklarla
Limon değil, kahve ekşisi bu
Kaybolur gibi artık kitaplar
Kollektif depresyonunda metroların
Göremedim ellerimi
Küskün olmak mıdır ücreti yalnızlığın?
Var mı sınırı kaybolmanın?
Sadece ısınmak istemiştim ben
Ağlattın duvarlarımı
Gitme, sevmiyorum seni
Duman içinde kaldım günlerdir
Bir şemsiye kurtardı beni sırtlayıp
Düşünmeden atladım kanatlarından
Işığından boğuldum teraslarda
Savaş türküleri içtim oluklardan
Saatler yaptım ısırıklarla
Limon değil, kahve ekşisi bu
Kaybolur gibi artık kitaplar
Kollektif depresyonunda metroların
Göremedim ellerimi
Küskün olmak mıdır ücreti yalnızlığın?
Var mı sınırı kaybolmanın?
Sadece ısınmak istemiştim ben
Ağlattın duvarlarımı
Gitme, sevmiyorum seni
Pazar, Nisan 19, 2009
Baba Bana Bağırma
baba bana bağırma
bülbülleri kaçırdın ormanlarımdan
kulaklarımın kapılarını havalara uçurdun
kapılar baba kapılar pencereleri alıp gittiler
tenorlar kaçtı ses tellerinden
çevreye saçıldı yavru diktatörler
seni ne sopranolar istedi de vermedik baba
baba bana bağırma
bayrak direklerine konan kartalları anlat
uzun uzadıya
nasıl da göremediler avcıları
o keskin gözleriyle vah hah ha
şans yıldızlara özgü bir yalan baba
yıldızlara tükürüp tükürüp onları gezegen yaptınız
savaşan halklar taktınız dünyanın boynuna
yalanları yazdım defterime hiç unutmadım
radyasyonu radyo istasyonu sanan bakanları
çiğleri, meclis tavanını çiğ köftelerle çiğneyen
doğum sonrası acılarını cüce ülkeler doğuran kadınların
hiç unutmadım
sakallarını yüzlerinde
yüzlerini sakallarında unutan adamları
ve ısırgan tarlalarındaki parçalarını
uğur mumcu'yu biz yapan bombanın
hiç unutmadım
uzak yakın tüm tuzakları baba
yolun ezdiği oyuncak bir kamyonsun sen
bir gam ağacısın
kar yüküne dayanamayıp kırılan
ilkbaharı gerzeklere ödünç verdin
geri getirmediler
güneşin başına gelenleri
biz ilkbaharsız nasıl anlarız baba
baba bana bağırma
bir kulağımdan giriyor sözlerin
öbür kulağımı tıkıyor
buenos aires'te olsaydım diyorum içimden
eva'nın peronunda
karanlıktan kuşlar çalan bir tren
bir bıçak kaçağı
tangonun bacaklarını havaya kaldırdığı kentte
ama iyi ki buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
burada
bilginin bilgisizlikten daha çok acı verdiği yerde
burada, tam karşında
hapisanelerde hintyağı gibi bir şeydi zaman
hastanelerde pıhtılaşmış kan gemisi gibi
yol alırdı saatler
karılarının namuslarını dillerinde saklayan
adamlar vardı bir taraflarda
televizyon kanallarında yitirilen çocuklar
gökyüzüne düşmemek için denize yapışan balıklar
ve depolara indirilen lenin heykelleri vardı
sovyet rusya'da
kafandaki duvarları
niye cebine koymuyorsun sen baba
baba bana bağırma
farkında değilsin
arkasını ezilenlerin yaladığı
bir posta puludur dünya
bir karadelik yutana kadar uzayda bizi
asansör boşluğuna itilen bir kedisin sen
söylemenin tam sırası
ülkeyi bu duruma senin oy verdiğin
partiler getirdi baba
ama ben buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
bir yaşamlık kaygı duruşundayım
yakın tarihimiz için
baba bana bağırma
bacağından vurulursa bir şiir
nereye kadar gidebilir
bana bağırma baba
kendine bağır
yoksa her şey bitebilir
Akgün Akova
bülbülleri kaçırdın ormanlarımdan
kulaklarımın kapılarını havalara uçurdun
kapılar baba kapılar pencereleri alıp gittiler
tenorlar kaçtı ses tellerinden
çevreye saçıldı yavru diktatörler
seni ne sopranolar istedi de vermedik baba
baba bana bağırma
bayrak direklerine konan kartalları anlat
uzun uzadıya
nasıl da göremediler avcıları
o keskin gözleriyle vah hah ha
şans yıldızlara özgü bir yalan baba
yıldızlara tükürüp tükürüp onları gezegen yaptınız
savaşan halklar taktınız dünyanın boynuna
yalanları yazdım defterime hiç unutmadım
radyasyonu radyo istasyonu sanan bakanları
çiğleri, meclis tavanını çiğ köftelerle çiğneyen
doğum sonrası acılarını cüce ülkeler doğuran kadınların
hiç unutmadım
sakallarını yüzlerinde
yüzlerini sakallarında unutan adamları
ve ısırgan tarlalarındaki parçalarını
uğur mumcu'yu biz yapan bombanın
hiç unutmadım
uzak yakın tüm tuzakları baba
yolun ezdiği oyuncak bir kamyonsun sen
bir gam ağacısın
kar yüküne dayanamayıp kırılan
ilkbaharı gerzeklere ödünç verdin
geri getirmediler
güneşin başına gelenleri
biz ilkbaharsız nasıl anlarız baba
baba bana bağırma
bir kulağımdan giriyor sözlerin
öbür kulağımı tıkıyor
buenos aires'te olsaydım diyorum içimden
eva'nın peronunda
karanlıktan kuşlar çalan bir tren
bir bıçak kaçağı
tangonun bacaklarını havaya kaldırdığı kentte
ama iyi ki buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
burada
bilginin bilgisizlikten daha çok acı verdiği yerde
burada, tam karşında
hapisanelerde hintyağı gibi bir şeydi zaman
hastanelerde pıhtılaşmış kan gemisi gibi
yol alırdı saatler
karılarının namuslarını dillerinde saklayan
adamlar vardı bir taraflarda
televizyon kanallarında yitirilen çocuklar
gökyüzüne düşmemek için denize yapışan balıklar
ve depolara indirilen lenin heykelleri vardı
sovyet rusya'da
kafandaki duvarları
niye cebine koymuyorsun sen baba
baba bana bağırma
farkında değilsin
arkasını ezilenlerin yaladığı
bir posta puludur dünya
bir karadelik yutana kadar uzayda bizi
asansör boşluğuna itilen bir kedisin sen
söylemenin tam sırası
ülkeyi bu duruma senin oy verdiğin
partiler getirdi baba
ama ben buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
bir yaşamlık kaygı duruşundayım
yakın tarihimiz için
baba bana bağırma
bacağından vurulursa bir şiir
nereye kadar gidebilir
bana bağırma baba
kendine bağır
yoksa her şey bitebilir
Akgün Akova
Cumartesi, Nisan 18, 2009
Beş Çayı
"...ancak denizli şehirlerde kendi başına kalır insan. Çünkü yüzünü denize dönebilirsin. Böylece sırtını çevirirsin kalabalığa. Denizsiz şehirlerde ise nereye dönersen insan, nereye dönersen.
O yüzden işte, iyi geçinmelidir birbiriyle, denizsiz şehirlerde kişiler. Denizli şehirlerdeyse, insan yüzlerine çarpmadan da yaşayabilir isteyenler."
O yüzden işte, iyi geçinmelidir birbiriyle, denizsiz şehirlerde kişiler. Denizli şehirlerdeyse, insan yüzlerine çarpmadan da yaşayabilir isteyenler."
Ece Temelkuran - Kıyı Kitabı
Ben de yüzümü denize çevirdim, karalı-beyazlı kuşları izledim. Suyun üstünde süzülenler, kanat çırpanlar, birkaç dalganın arasına kurulup etrafı seyredenler, kafalarını denize daldırıp karınlarını doyuranlar, dalıp çıkanlar ve en önemlisi: bir yerden dalıp başka yerden çıkanlar. Çok düşünseydim belki kaygılanırdım bir yerden dalıp, bir daha çıkmayanlar için. Az mıdır sayıları? Yine de vardır bence, yani olmalı. Kuşların hayatı bu kadar basit olmamalı. Onlar, belimizi ağrıtan belediye banklarından seyredip güzelliklerine yanıp tutuştuğumuz objeler olmamalı sadece. Gerekiyorsa çıkmamalı kuşlar. Kuşlar ölmeli; daha da kötüsü aşık olmalılar. Çıkartabildikleri iki üç notadan küçük ezgiler tutturmalılar. Ya da sıkıcı bir gerilim filmindeki gibi insanlara saldırmalılar. Kuşlar artık piyango bileti aldırmamalı kimseye. Altın kafeslerde boş şarkılar söylememeli. Amaçsızca insan taklidi yapmamalı. Taşımamalı sevgi dolu mektupları. Rüzgârlar azsın, kuşlar dalgalar arasında kaybolsun özgürce. Kuşlar ölsünler, aşık olsunlar.
Ben de yüzümü denize çevirdim, karalı-beyazlı kuşları izledim. Suyun üstünde süzülenler, kanat çırpanlar, birkaç dalganın arasına kurulup etrafı seyredenler, kafalarını denize daldırıp karınlarını doyuranlar, dalıp çıkanlar ve en önemlisi: bir yerden dalıp başka yerden çıkanlar. Çok düşünseydim belki kaygılanırdım bir yerden dalıp, bir daha çıkmayanlar için. Az mıdır sayıları? Yine de vardır bence, yani olmalı. Kuşların hayatı bu kadar basit olmamalı. Onlar, belimizi ağrıtan belediye banklarından seyredip güzelliklerine yanıp tutuştuğumuz objeler olmamalı sadece. Gerekiyorsa çıkmamalı kuşlar. Kuşlar ölmeli; daha da kötüsü aşık olmalılar. Çıkartabildikleri iki üç notadan küçük ezgiler tutturmalılar. Ya da sıkıcı bir gerilim filmindeki gibi insanlara saldırmalılar. Kuşlar artık piyango bileti aldırmamalı kimseye. Altın kafeslerde boş şarkılar söylememeli. Amaçsızca insan taklidi yapmamalı. Taşımamalı sevgi dolu mektupları. Rüzgârlar azsın, kuşlar dalgalar arasında kaybolsun özgürce. Kuşlar ölsünler, aşık olsunlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)